ÇOKLU SÖYLEŞİ 1 (MEHMET ÖZKAN ŞÜKÜRAN, DOLUNAY AKER, ERKAN TUNCAY)


Mehmet Özkan Şüküran: Zaman şiirin paradigmasını değiştiriyor, bozuyor. Bunlar yeni açılımlar, yeni sorunlar eklenerek de oluyor elbette ama günümüz şiirinin durumu nedir, diye sormayacağım, günümüz şiirinin yaygın paradigması nedir sence? Çok spesifik bir yerden meseleye girmiş bulunduk. Daha büyük bir fotoğrafa varalım, edebiyat ve ahlak meselesine. Bir soruya sıkıştırmayacağım bunu, edebiyat ve ahlak meselesinin sendeki çağrışımları neler. Çok bilindik ama sanki çok da üzerine düşünülmedik bir mesele, ne dersin?

Dolunay Aker: Temsile ihtiyaç; ahlakı buradan da konuşabilir miyiz? Döngü hızla ilerliyor. Bu döngüde bir yer arayışına girmek tehlikelerle dolu. Zaptedilmiş çağın sözcüklerini kendi aforizmalarına sıkıştıran kısıtlı diyaloglar halinde, bir temsille ortaya dökülen öznenin sıkıntıları meseleyi şu yana çekiyor: edebiyat alanı ya da sanatçı etiğin gözüyle konuşuyor mu şimdi, yarın ve gelecek de? Şiir, içeriden müdahaleyle geldi bugüne. Dışsallaşması en başta şairler tarafından engellendi. Sanatçının dış gözü sokak, popüler bir ikona indirgendi. Ancak Dada’nın bu sokağı mahşere çevirdiğini biliyoruz. Sanatçı, bu sürekli tacizin olduğu alanda ilerlemek zorunda. Kendi tacizlerini ana akımın, sanat sisteminin, ‘sanat çiçekleri’nin yüzüne fırlatarak. Yazının ahlakıyla, sanatçının ahlakı yapıtı gözeneklerinden kurtarıyor. Açılmış, berrak, saklanmayan sanatın ve sanatçının bir ahlak yaratabileceğine inanıyorum. Adorno’dan hemhal: trende esmeri görüp gülmek sanatçının işi değil.

Türkiye’de 90’ların atıl, 80’lerin içre dünyası 2000’lerin kırılmalarıyla kendisini sorguladı. 2000’lerin ortası ve ardından gelen Gezi, tarihi bir referanstır. Politik düşünce, sanatın 80 darbesiyle kaybettiği alanı Gezi sayesinde yeniden kazandı. Evet, bu sürece ancak “yeniden” diyebiliriz. 2000’ler de dolaşımda olan ana akımın kendinden menkul savı hâlâ dilin, estetiğin tedavisine bakıyor. Bir bakıma koyulan teşiş hastalığın göstergesi. Bu göstergeyle şu noktaya geldik: dil konformizmi kan kaybından artık nasıl hareket edeceğini dahi düşünemiyor. Savsaklıyor. Yalpalaması onu daha aşağı çekiyor.

Şimdide, bu yalpalamadan uzak, dili, estetiği sorgulayan bir arayış mevcut. “Yaşayan şeyi” görmenin telaşı. Deneysel, avangard ya da yenilikçi şiiri bu argümanlarla anlayabiliriz. Yeterli mi, yeterli olacak mı, “şimdi”den konuşmak bir risk midir? Olsa olsa bu süreç sanatın yaşama yaklaşma riskidir. Etiğin bu çerçevede bir anlamı olabilecek.

***

Dolunay Aker: Kaplama metinler bir kurtarıcı olarak şiirselliği yanına çağırıyor. Bu bir bakıma “sahte”nin referansı. Sahne kurgu ve sahte şiirselliğin. Özellikle öyküde bu kaplamayı sıklıkla görebiliyoruz. Diğer soruyla da bağlayarak edebiyatın “sahte”ye kaçışı metnin etiğini dışta tutan bir yerde. Bu sahtelikte yaratılan boşluk nedir?

Erkan Tuncay: “Metnin ahlakı” gibi bir kavram, aslında önümüze bir paradoks koyuyor. Önce oradan başlayalım. Sanatçının, giderek edebiyatın ahlakından söz ederken, ‘Metnin ahlakı olur mu?’ sorusuna gelip dayanıyor iş. Baştan almalı.

Ahlaktan ben etiği anlıyorum. Ki edebiyat verili gerçeğin ahlakını sorgulamakla başlar işe. Yani birinin karnı doyarken, karnı doymayana yöneltir sözü. Onu çevreleyen dramı önümüze koyar edebiyat. Sahte ahlakın bir etik oluşturamadığını da o an görürüz. Ahlakın çürümüşlüğü de edebiyatın konusu olur, biliyoruz. Diyeceğim, ‘metnin ahlakı’ gibi bir şeyi önceleyip yazmaz yazar. Öyle bir ahlakın varlığını bile kabul etmez. Sanatçının sanatını yapılandırırken, teşhir ederken etik gözetir mi? Doğrusu daha çok sorgulanması gereken bu. Çünkü sanatçı ürününü ortaya koyarken tekil bir yalnızlığa sahip değil artık. Pazarın bezirgânları yapıt ile ürün arasına girdiğinden bu yana, edebiyatın ‘ahlaklı’ ortaya konmasının bir sorunsal olmaya başladığına inanıyorum. Edebiyat ile ahlak meselesine gelince… Yukarıda da değinmeye çalıştım. Edebiyat, ahlakın çürümüşlüğüne bakarken yepyeni bir etiği doğurma peşinde olduğunu da bize muştular. Jean Valjean’ın karnını doyurmak için yaptığı hırsızlığı ihbar etmek ile başka bir çözüm bulmak arasında kalır edebiyat. Felsefe tam burada, etik bağlamında değer koruyan eyleme bakarken edebiyatın kapısını çalar. Roman karakterlerinin eylemlerine gözünü çevirir. O eylemleri masaya yatırır.

Toparlarsam, edebiyatın ‘ahlakı’ yoktur ki metnin ahlakı olsun. Edebiyat tamamen ‘ahlaksız’ bir zeminden hareket ederek etiğe yönelir. Her roman, öykü tümcesinde verili sahte ahlakın bir buyruğu sarsılır, çatırdar. Ses yeri göğü tuttuğunda yeni bir ahlakın oradan da etiğin ışığı düşecektir yaşamımıza. Eylem alanımıza. 

Sevgili Dolunay senin dile getirdiğin ‘sahte’ kavramı bizim öykü güzergâhında ‘taklit’ adını alır. Ki genç yazarın iş başında içene düşmeden edemediği tuzak olarak hep önünde durur. Esinlenmeden kendi sesini bulamıyor yazar. Bunu da genç yazar için ustalar fazla görmez zaten. Benin değinmek istediğim şey şu olacak bu konuda. Kendi sesini bulan yazar için anlatım olanaklarının tümünü kullanmak neden sakınılması gereken bir şey olsun ki? Metinlerarasılık, deneysellik, üstkurmaca, tür akrabalığı gibi kavramlar edebiyata dâhildir. O ‘küçük’ insanı hangi yoldan anlatırsanız anlatın. Yeter ki verili gerçeği eğip büktüğünüz o anlatım olanağı; sesinizi bulduğunuzu, ustalığınızı işaret edip dursun. Yeter.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Frantz Fanon ile Kalkınmayı Sömürgesizleştirmek (Benjamin Selwyn)

Çaresizce Susan'ı Aramak (Terry Castle)

Alexander Dugin'in Kozmik Savaşı (Matt Mcmanus)*