CIA Dünyanın En İyi Yazarlarını Nasıl Kandırdı?/ Patrick Lawrence

 “Geçmiş, bir yabancı ülkedir.” diye yazmıştı L. P. Hartley, Arabulucu romanının başında. Hartley’nin de kastettiği gibi geçmiş üzüntü ve kedere konu olur, hele hele geçmişin neşesinden ve hatalarından, gidilmemiş yollardan bahsediyorsak. Oysa aynı düşüncenin kurumlarımıza, ideolojilere, politikalara uygulanabileceğini düşünecek olursanız ki sürekli bunu varsaymaya teşvik ediliyoruz, bir daha düşünmeniz gerekir. Siyasal bağlamda (Faulkner’a ait) başka bir özlü söze dönmeliyiz burada: Geçmiş geçmemiştir daha. 

Söz konusu meseleyi, Joel Whitney’nin Muhbirler: CIA Dünyanın En İyi Yazarlarını Nasıl Kandırdı kitabında yaptığından daha açık bir şekilde ele almak zordur herhalde. Whitney’nin kitabında ele aldığı konu, uzun bir sohbetimizde kullandığı deyimle “yazının araçsallaştırılması”dır — başka bir zaman da “yayıncılığın silah hâline getirilmesi” demişti. Daha açık ve anlaşılır şekilde ifade etmek gerekirse Whitney, ideoloji adına Amerikan [çn. ABD kastediliyor] kültürünün, diskurunun, kamusal alanın yozlaştırılmasını ima ediyor. Bir düşünelim, bu yozlaşmaları geçmişte nasıl meydana geldikleri üzerinden okumak için şimdiden daha iyi bir zaman var mı? Tarihin aynasında kendimizi olduğumuz gibi görmek için daha iyi bir an? Whitney geçtiğimiz yıl kitabını yazmayı bitirdiğinde, naklettiği bu utanç verici geçmişi Donald Trump devrinde kullanma niyetinde değildi. “Hayır, Hillary’nin seçileceğini ve kitabımı onun yönetimi sırasında insanlara anlatacağımı tahmin ediyordum.” demişti. “Trump’ı anlayacak, onu anlatacak bir kelime dağarcığım yok.” Gelgelelim, Trump’ın göreve başlama töreninden iki hafta önce çıkan kitabın ne kadar doğru bir zamana denk geldiği apaçık. OR Kitap geçen sonbahar bana kitap hakkında bir ön bildirim gönderdiğinde birkaç baskısını aşırabilmek için derhal yayıncının Los Angeles ofisini aradım. İki gün sonra da aşağıdaki röportajı yapabilmek için Whitney’e ulaştım.       

Whitney’nin zarif anlatısı, CIA’nın, düzinelerce dergi kurdurup hâlihazırda yayında olan başka bir dizi dergiyi de yozlaştırmasına yarayan gizli Soğuk Savaş programını inceliyor. Gösterinin yıldızı The Paris Review ve Whitney’nin andığı bazı isimleri duyduğumda ağzım açık öylece kaldım. Kültürel Soğuk Savaş olarak bilinen konu üzerine çok şey söylendi şimdiye kadar. Fakat Whitney’in bu alana katkısı, edebiyata ve buna bağlı olarak gazeteciliğe odaklanıyor oluşunda. “Yapmak istediğim, kültürel Soğuk Savaş’ın o bilindik ufak akademik çöplüğünün hikâyesini anlatmak değildi, konuyu oradan ele almak meseleyi tarihten ve siyasal Soğuk Savaş’tan, gerçek Soğuk Savaş dedikleri şeyden ayırırdı.” demişti, “ve ikisinin de aynı anda gerçekleştiği fikrini tartışmaya yeniden sokmak istiyordum.”

44 yaşındaki Whitney, 2000 yılında Columbia’da yazın üzerine gördüğü yüksek lisans eğitimini bitirdi ve hemen kendini işe verdi. 2004’te, şimdi saygın bir çevrim içi dergi olan Guernica’nın kurucuları arasındaydı ve hâlen aynı dergide bağımsız editörlük yapıyor. Derginin ismi çok isabetli: Picasso’nun ünlü İspanyol kentini anlatan tablosu gibi Guernica dergisi de sanat ve siyasetin kesiştiği o ilgi çekici yerde duruyor. Bu kesişim noktası, Whitney’nin entelektüel yurdu ve Muhbirler’in gayet aşikâr temasını kurduğu yer. “Kültür siyasetle kardeştir.” diyor Whitney. “Ayrı, niş bir kategori değildir.” Buradan tekrar röportajın deşifresini yaptığı için Michael Conway Garofalo’ya teşekkür ediyorum. O deşifreyi bitirdiğinde -her zaman yaptığım gibi- Michael’a konuşmayı ilginç bulup bulmadığını sordum. “Çok etkileyici.” cevabını verdi. “Whitney’nin ayrıntılarıyla açıkladıklarının genişliği ve derinliği insanı sarsıyor.” Ben de aynen böyle düşünüyordum. 


Çok iyi bir kitap yazdın ve kitabı oldukça uygun bir zamanda yayımlamış oldun. Mevcut zamanın koşullarına dair birazdan konuşuruz. Siyasetimiz ve medyamızdaki- ki bu ikili elbette birbirinden ayrılamaz- krizlere dair Muhbirler’in yazarına göre neleri düşünmek gerekir, bunu dinlemeyi çok istiyorum. Fakat seni ele aldığın konuya neyin çektiğini konuşarak başlayalım. “Kültürel Soğuk Savaş” özellikle ilgilendiğim bir alan. Nasıl karar verdin bunu çalışmaya?


Kültürel Soğuk Savaş’ın içerdiği bir alt konu olarak dergi yayıncılığı meselesi üzerinden girdim konuya. Çevrim içi bir dergi kurdum, dergiyi kurmadan önce Columbia’da bir şair olarak yaşadım ve başta, dergi editörlüğü yapmayı, beğendiğim yaratıcı yazarlarla bir ilişkilenme yöntemi olarak görüyordum. Columbia’daki hocalarımdan biri, Richard Howard, The Paris Review’in şiir editörüydü. Akıl hocalarımdan biriydi. Çevirmendir aynı zamanda, ilginç bir denemeci ve eleştirmendir de. Yine güzel sanatlar üstüne yüksek lisans yapan bazı arkadaşlarım da çeşitli dergiler kurmak istiyorlardı, The Paris Review kusursuz bir ölçüttü. Sonrasında Guernica’ya dönüşecek girişimle yola çıktığımızda çoktan Başkan [George W.] Bush’un devrindeydik, talihsiz bir ikinci dört yılla karşı karşıyaydık; siyaset ve şiirle, kurgu ve denemeyle, yalnızca kitapların değil şeylerin durumuna dair doğrudan eleştiriyle ilgilenmek istiyorduk. Çiçeği burnunda dergimizi insanlara “The Paris Review’in The Nation’la sentezi.” diye satmak isteyen tek bendim galiba. [çv. Bahsedilen ilk yayına edebiyat yayıncılığı, ikinci yayına ise siyasal içerik ve eleştiri yönleriyle gönderme yapıyor.] Kovaladığımız duyarlığı, hassasiyeti insanlara nasıl anlatabileceğimi anlamaya çalışıyordum. Bir nesil, çoğunlukla belli bir sosyoekonomik sınıftan gelen yaşlı beyazlar, “Olmaz; The Paris Review, The Paris Review’dir, o da bir edebiyat dergisi, edebiyat dergileri tanımları gereği siyasal değildir.” derlerdi.


Bu düşünce seni rahatsız etmiştir herhalde.

Tabii, bana göre acayip bir fikirdi bu. Kendini apolitik gören bir nesil edebiyat dergisi var. The Paris Review bunlardan biri, The Kenyon Review de bir başkası belki. Yeni Eleştirmenler’in etkisi altındaydı bunlar — tarihle daha az, metnin kendisiyle daha çok uğraşmak üstüne. Her neyse, 2010’a atlarsak, sanırım o zamanlara denk geliyor, geç de olsa, New York Times’ta Immy Humes’in Doc filmi hakkında çıkan bir yazıyı gördüm; bir de The Paris Review’in veya Peter Matthiessen’in [çv. The Paris Review’in kurucularından ve editörü.] varlığı iddia edilen CIA bağları hakkında kısa yazılar vardı, konunun ilgimi çektiğini düşündüm. [Harold “Doc” Humes Paris Review’in kurucularındandı, Immy Humes de onun kızıydı. Doc filmi 2008’de yayımlandı.] Apolitik bir dergi CIA’nın neden ilgisini çeksindi? Matthiessen’in, ki bunu dediğini sonradan öğrendim, kimliğinden dolayı mıydı bu ilgi? Yoksa derginin kendisiyle alakalı bir sebep mi söz konusuydu? İşte tam da bundan sonra öğrendim hikâyeyi, Frances Stonor Saunders [Kültürel Soğuk Savaş: CIA ve Edebiyat Sanat Camiası, 1999] ve Hugh Wilford’ın [Amerika’nın Büyük Oyunu: CIA’nın Gizli Arapçıları ve Modern Orta Doğu’nun Şekillenmesi, 2013] naklettikleri üzerinden. Zaten ilgim vardı konuya, sonra bir takıntı hâline geldi.

Çeviri: Hüseyin Serhat Arıkan 


BlogNot: Patrick Lawrence'ın Joel Whitney'le gerçekleştirdiği söyleşinin tamamı Barbarları Beklerken Edebiyat Dergisi'nin Mayıs sayısında yer alacaktır. 

Önceki sayıyı incelemek için: https://www.kitapyurdu.com/kitap/barbarlari-beklerken-deprem-ozel/676441.html


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Frantz Fanon ile Kalkınmayı Sömürgesizleştirmek (Benjamin Selwyn)

Çaresizce Susan'ı Aramak (Terry Castle)

Alexander Dugin'in Kozmik Savaşı (Matt Mcmanus)*