Antakya'da Toza Sor/Dolunay Aker

İfadenin kendisine çengeli takıyorsun ve artık kelimenin bir hükmü olmadığını anlıyorsun. Burası, vaatler şehri. Harmanlanmış ve süzülerek sokaklarına yerleşmiş, insanların yüzlerinde rahatlıkla okunabilen bazen Harbiye-Antakya arası bir dolmuşta (Antakya diyorsam devamına giden yolu anlatmak taş ve çukur demektir, o yüzden adları aynı yerinde bırakıyorum) seslerle telâşlarla oyulmuş binbir dilin içine bakarken buluyorsun kendini. Burası 6 Şubat depreminden sonraki süreçte vaatler şehrinden taş, toprak, demir ve toz şehrine dönüştü. Herkes bir çölü yaşıyor. Antakya'da binbir çölün karışımı bir lokma gibi içinize düşüyor. Evet o içinize düştüğü anda ifadeler de, sesler de, görüntüler de değişiyor. Antakya değişiyor. Ama Antakya asla yenilmiyor. Asla kendinde olanı bırakmıyor. Antakya tozunda bile kendisini arıyor. Bugün Antakya'da olup biteni anlamak için gündelik hayatın içine bakmak zorundasınız. Odabaşı Mahallesi'nden Harbiye'ye ya da Samandağ'a bir yolculuğa çıkmak zorundasınız. Toz, kum ve şantiye girdabında Antakyalı esnafın çilesini görmek zorundasınız. O zaman toza sorulan soru da gerçek olabilir. O zaman yolda yürürken gözlerinizi dolduran tozun imkânından vazgeçmezsiniz.

İki sayfa arasına, iki sokak ötesine bırakılmış her şey burada tarihtir. Esnafla konuşurken, trafik ışıklarını seyrederken, hafriyat kamyonlarından kaçmaya çalışırken arada kaldığınız duvar, yol, yüz; tarihtir. Sayıya ihtiyacı yok bu şehrin. Ölümün sayısını 6 Şubat'ta yaşayanlar artık resmî rakamların ve ağızların söylediği hiçbir şeye inanmıyor. İtinayla dinliyor, yorgun ve yoksul sokağına bakarak dinliyor ve devletten çok o sokağın anlattığına inanıyor. Sokak burada tarihtir.

Devletin acelesi var. Sokaklarda hummalı bir yenileme çalışması mevcut. Merkezden içeriye doğru genişleyen şehri mikro savaş sahalarına dönüştüren makro sermayenin yetişmek istediği yerde Antakyalının gerçek hikâyesini bulmanız mümkün değildir. Bugün artık Antakya devletin yazmak istediği hikâyeye karşı kendi hikâyesini koruduğu sürece var olabilecek. 

Şehirde bir mekânda oturmanın anlamı budur. O mekânda yaşayan bir şeyler olduğunu biliyor Antakyalı. Ona sarılıyor. Onda kendisini görüyor. Tozlu ve bitkin olmasına rağmen gözlerini kaybetmeyen, uzak mesafeden de olsa dostu da düşmanı da gören şehre sadık, hikâyesi kadar gerçek Antakyalı. 

Antakya'dan Eskişehir'e dönüşlerim mahcubiyet, suçluluk duygusu ve koşturmaca arasında bir yerlerdedir. Burada olurken de oralı olmak. Bütün gitmek zorunda kalanların hikâyesi birbiriyle konuşuyor. 

Bu blogdaki popüler yayınlar

Barbarları Beklerken'i Neden Seviyorsun?

Taşlar - Gilles Deleuze

Şiirin Politikayla Bir Meselesi Var Mıdır?