Tüm Kayıpların Şiirin İmge Borsasına Yatıran Görkemli Bir ''Kaybeden'' ve Sabırsız Pıtrak Olarak: Metin Altıok - Zehra Betül

 “Çuvallamanın Queer Sanatı” isimli kitapta, başarısızlığı  “hegemonya karşıtı bir kaybetme söylemi” olarak tanımlayan Judith Halberstam, sadece queer’ler için değil, hepimiz için geçerli olan can alıcı bir saptamada bulunur: “Hepimiz hayallerimizin suya düşmesine, umutlarımızın kırılmasına, yanılsamalarımızın paramparça olmasına alışığız. Peki, ama umuttan sonra ne gelir?” Metakapitalizmin ağına yakalanarak mutlu bir yaşam süren liberal ve tüketici özne’nin ya da “JonBenet” kızı olmanın alternatifi nedir? Hegemonyanın kancalarına takılmaktan kurtulmanın, buyrulmuş olandan farklı olmanın ve ötekiyle ilişki kurmanın yolları nedir? Kabaca “Servet Birikimi” olarak tanımlanabilecek “Başarı” kavramının dışında var olmanın ve bilmenin başka yolları var mıdır? Başarının zıt kutbu ya da ikili bileşeni olan “kaybetmek” ya da “çuvallamak”a genellikle;  “hüsran”, “hayal kırıklığı”, “umutsuzluk” gibi olumsuz duygu durumları da eşlik eder. Bu olumsuz etkiler, güncel hayatın, bizi olduğumuz yerde tutmaya yönelik, koruyucu kalkanını delerek, bizi tekinsizliğin ve aynı zamanda da alternatif bir bakış ile görülebilenin alanına sıçratır, ‘başarılı olma’nın bunaltıcı atmosferine göre çok daha yaratıcı ve şaşırtıcı yollara adım atmaya imkân sağlar.  Söz konusu kitapta söz edilen “Küçük Gün Işığım” filmi “kaybeden olmak” durumuna getirilmiş çok naif bir güzellemedir. Senaryo dalında Oscar ödülü alan filmin senaristi  Michael Arndt, büyük Amerikan rüyasının savunucusu eski Kalforniya valisi Arnold Schwarzenegger’in kazananlar ve kaybedenler hakkındaki faşist dünya görüşünü ifade ettiği: “Bu dünyada tiksindiğim bir şey varsa, o da kaybedenlerdir,” sözünden esinle bu senaryoyu yazdığını söyler. Filmin sonunda, filmdeki karakterlerin durmaksızın “kaybetmelerinin” yarattığı gerçek iyimserlik iklimi, hep bildiğimiz olumlu düşünmeye dayanan yapay ya da sahte iyimserlikten oldukça farklıdır. Büyük Amerikan rüyası başarıyı, sınıfsal, ırksal boyutları, toplumsal cinsiyeti, etnik değerleri ve kültürel etmenleri, yani  her şeyi kontrol eden siyasileştirilmiş bir arka planı görmezden gelerek, yok sayarak, sadece kişisel sorumlulukla kazanılabilecek bir olumlu düşünmenin sonucu olarak görür; sözü edilen başarı birikim odaklı, maddi bir başarıdır ve bunun anahtarı da “iyimserlik”ten geçer gibi bir yanılsama içine sürükler insanları.  Oysa başarısızlar, inançsızlar, kaybedenler, “dırdırcılar” ve hırçınlar için, iktidarın talep ettiği “olumlu düşünme”nin yerine “olumsuz düşünme” ile kazanılan bir başka “iyimserlik” daha vardır ki, o da nezaketen “gülümseme zorunluluğundan azat edilmiş olmak”tır.  (ÇQS, s.11-17)

Bu girişten sonra: 

“Ben bu dünyada bir pıtrağım…” diyen şair, felsefeci ve ressam  Metin Altıok için, onun  şiirlerinin ve  kızı Zeynep Altıok’un hazırladığı “Gölgesi Yıldız Dolu” kitabında dostlarının anlattıklarından yola çıkarak, tüm kaybettiklerini “bir sermaye” olarak şiirsel yaratıcılığına ve imge borsasına yatıran “görkemli bir kazanan” olduğunu söylemek abartı olmaz. 

“KAYBEDENLERİN PEDAGOJİSİ”; “KÖTÜ ANNEM/ BENİ KOMŞUNUN OĞLU KADAR SEVEN” 

 “Gölgesi Yıldız Dolu” kitabında Meral Altıok, ağabeyi Metin Altıok’a hitaben bir mektup formunda yazdığı “Tavanarası“ başlıklı bölümde (GYD, s.21) insanın içini acıtan şu cümleyi kurar: “Günlerdir birlikte yaşadığımız mutlu bir çocukluk anımızı hatırlamaya çalışıyorum. Üzgünüm, ama bulamıyorum. Biz hiç çocuk olmadık. Ağabey-kardeş hiç oynamadık. Biraz aramızdaki yaş farkından, biraz annemiz yüzünden. Kısacası, mutsuz bir ailede, hüzünlü bir çocukluğu paylaştık seninle (…) Çocukken yediğimiz dayakları hatırlıyorum. Takunyayla döverdi annem. Ve sana asla “yapmayacağım” dedirtemezdi. Çok ender de olsa, bazen gözlerinden yaşlar akarken bile “Yapacağım,” derdin.”

Çoğumuzun hayatında da olan, hiç de yabancısı olmadığımız bu türden, ebeveynlerimiz ile ilgili olumsuz anılar Altıok’un yaşamından şiirlerine taşınarak, “kaybeden” veya “ezilen”lerin kökeninde yer alan ana-baba tacizi şeklindeki evrensel boyutta bir pedagojik sorunun altını kalınca çizmiştir.  Bu açıdan arandığında çok sayıda şiirde aynı probleme rastlanabilir. Altıok, çocuklarına şiddet uygulayarak onları mutsuz kılan bir anne tarafından örselenen yaşamını ve yaralarını, sığındığı tavan arasında, maharetli bir terzi gibi, şiir ile yamayarak kısmen onarabilmiş, yüz yüze kaldığı, onu derinden sarsan ve tahrip eden psikolojik ve fiziksel  travmaya karşı tepkisini karşı saldırıya geçerek değil de sanatsal yaratıya çevirerek göstermiştir. Çocukken maruz kaldığı şiddet onun annesi tarafından sevilmediği şeklinde algılanmış, “kötü anne” imgesi  şiirine “kötü annem/ beni komşunun oğlu kadar seven” şeklinde görünür olmuştur. Annesi ile olan kötü ilişkisi, onun kendisini “eksik, yarım, kusurlu” hissetmesine ve bu nedenle kendisini mutluluğa layık görmeyip  cezalandırmasına/ “bu bense ben hiç değilim/durmadan bütünlenmek isteyen”, bir türlü çocukluğunu terk edemeyen, büyüyemeyen “eksik” bir “yetişkin” olarak kalmasına yol açmış, bütün bir hayatını ve ilişkilerini etkilemiştir. Şiirde “Kötü Anne” figürü de ayrıca pedagojik olarak incelenmeye açık bir konudur.  Anne ile olan sorunlu ilişkiler, ayrıca alkol bağımlılığı ve depresif kişiliği, aynı ortak özelliklere sahip bir başka ünlü “kaybeden” olan Amerikalı şair Elisabeth Bishop’u akla getirir. O da Altıok gibi iyi bir ressam olmasının yanı sıra iyi bir şairdir. O kadar ki  1956’da Politzer Ödülünü ve 1970’de Ulusal kitap ödülünü kazanır. Babasını 8 aylık iken kaybetmiştir. Babasının ölümünden sonra annesi ağır sinir krizleri geçirmekte ve sık sık akıl hastanesine kapatılmaktadır. Çocukluğunda kendisine çok destek olan teyzesinin kocasının tacizine uğrar. “In her shoes” ve ayrıca öz yaşam öyküsünün anlatıldığı “Nadide Çiçekler” (Flores Raras, 2013) filminde okunan “kaybetmek” ile ilgili şiiri One Art’ı (Bir Sanat) Türkçe’ye Cevat Çapan kazandırmıştır: “Öğrenmesi güç bir şey değildir kaybetme sanatı/görünürde o kadar çok şey niyetlidir ki kaybedilmeye/hiç de bir felaket sayılmaz onların kaybolmaları/ her gün bir şey kaybedin. Kabul edin anahtarları kaybetmenin telaşını, boşuna harcanan saati./ öğrenilmesi güç bir şey değildir kaybetme sanatı./ daha çok, daha çabuk kaybetmeye alıştırın kendinizi, yerleri, isimleri, tasarladığınız yolculuk planlarını/ nasılsa bir felaket sayılmaz bunların unutulmaları. Annemin saatini kaybettim. Sonra bak, en son evimi ya da ondan önceki sevdiğim iki evim de gitti. Öğrenilmesi güç bir şey değildir kaybetme sanatı. iki şehir kaybettim, iki güzel şehir. (…) Öğrenilmesi çok güç bir şey değilmiş kaybetme sanatı/ her ne kadar (Yaz İşte!) bir felaketi andırsa da yaşanması.” Elisbaeth Bishop’un babasını çok erken kaybetmesi gibi Altıok da babasının “yok”luğuna içerler: “Yok olan babamdı belki/ölüm tutkumu pekiştiren” (Bir Acıya Kiracı s.156).  

KENDİLERİNİ KENDİ CEPLERİNDEN ÖDEYEN METİN’LER; ”SEN DUR BENDE VAR”

 “Şiirin İlk Atlası” kitabında, şiir ve şair üzerine düşüncelerini okuyabildiğimiz Altıok, “Şair ve Kişiliği” başlıklı yazısında bu sorunun yanıtını verir, şöyle der: “Kimdir şair, nasıl bir kişiliğe sahiptir? Söze hükmeden, ona imgesel bir değer kazandıran bu insan nasıl birisidir? Şairin kimliğini, nasıl bir insan olduğunu anlamak için onun aramızda dolaşan, ekmek kesen, acıkan ve âşık olan kişiliğini bir yana bırakmak gerekir. Üstelik ölmüş şairler için böyle bir olanak da söz konusu değildir. Öyleyse nasıl tanıyacağız şairi? (…) Bu sorunun cevabı; şairin iç yaşantısını  ve iç değerlerini  dışa vurduğu şiirlerinde olmalıdır.” 

Şiirleriyle olunması gereken bir insan modelinin önerildiğine inanan ve duygudaşlık yoluyla okurun şairine yönlenebileceğini ifade eden Altıok’un önerisiyle ve onun şiirleri aracılığıyla kendisine baktığımızda, adaşı  olan   ve “insan kendini pek ödeyemiyor/ sen dur bende var” diyen Metin Eloğlu için söylediğine benzer şekilde: “Bu insan sadece kendi adına değil, başkaları için de ödeyen özverili bir insandırİ” korku, kuruntu ve saplantıdan uzaktır, geleceğe inancı tamdır, ama bugünle arasında bazı sorunları vardır, bu yüzden “saatini erkene kurmuş sabırsız bir adamdır” O DA diyebiliriz. ( ŞİA. S. 61)  

LACAN’IN AYNA EVRESİ ÜZERİNDEN “METİN ALTIOK’DA “EKSİK OLMAK” İMGESİ 

Altıok’un çok sayıdaki şiiri Lacan’ın insandaki ego oluşumu sağlayan  “parça&bütün”, “eksiklik&tamlık” üzerine tezini içeren “ayna evresi” üzerinden okunmaya açıktır. Ayna evresi tezi insanların bebekliğinin 6. ayında kendisini aynada görmesi karşısında verdiği tepki ile şempanzelerin ayna karşısında verdiği tepkisizliğin üzerinden geliştirilen bir tezdir.  Ayna evresi, bebeğin kimliğinin anne ve babasının sözcükleri ile bağlantılı olması ve imgeselden temsillerin alanına yani verili sembolik  ya da dilsel düzene geçişin eşiğidir. Ben ve öteki ile kurulan farkındalık ilişkisidir. İçinde şiirin ve kelimelerin, yazının yer aldığı “sembolik düzen”  sabit bir düzlem değildir. Harekete, değişime ve dönüşüme dayalıdır. Benzerlikten çok farklı olanın, bilinçdışının ve “öteki” olarak kalan bir ötekiliğin alanıdır. Öznenin egodan ayrı olarak varlık kazanması demektir. Ayna evresi çocuğun dile sokulduğu, dil becerilerinin gelişmeye  başladığı bir dönemin eşiğiyle örtüşür. Bebek için artık her imge, o zamana dek örtüştüğü “anne”nin yerine farklı bir imgenin geçmesi demektir. Artık bebek anne ile örtüşen, onunla özdeşleşen imgelerin yerine bir “kendi ve ötekini” yerleştirir. Annesinden kopar; bu durum “annenin eksik uzvu” olmak kavramı içindedir. Annenin yerine konacak ve bu eksikliği giderecek, onun boşluğunu dolduracak bir aşkı, aşkın imkânsızlığına atıfta bulunarak, kendisi varsa aşk yok, aşk varsa kendisi yok anlamına gelecek şekilde, kendi gövdesinden sökerek örer. İlk basımı 1976’da Dost yayınlarınca basılan “Gezgin” kitabındaki “MEKİK” şiirinde şöyle der (BAK.s. 25): “Şimdi aşk kaçmış bir ilmektir gövdenin örgüsünde(…)/ Sökülür durmadan uzayan ipliğiyle/ Sarılır mekiğine sabahın/Ürkek bir güvercin halinde. Ve sen eksildikçe o güvercin tamlanır, /Kanatlanır böylece köpüren özlemiyle. Uçar gider geçmiş bir günün ardından,/ Bir tüy kalır geriye senin bittiğin yerde.” 

Annesinden boşalan yere konulan şiir ya da sembolik düzen Metin Altıok’un iç tutarlılığını ve iç bütünlüğünü sağlar, onu toplumsal kılar, ama aynı zamanda onda bir yabancılık ve eksiklik de yaratır. Bu artık hiçbir zaman annesiyle bütünleşik duruma gelemeyeceği, sonsuza dek kaybedilmiş bir tamlık ya da bütünlük hissidir. Ve insan bu bütünleşmeyi durmadan aramaya yazgılıdır: “Ama gitmektir benim /Yenilmezliğim dünyada. Ve ben durmaz giderim/ Bu can tende durdukça” (BAK s.7)

Aynada gördüğü ile kendisi bir türlü örtüşemez, arada kocaman bir yarık vardır ve bu yarık hem patolojilerinin, hem olmak istediği kendisi ile özdeşlemek isteğinin, ya da kendisinin olmadığı bir başkasında kendisini görme ve tamamlanma, en çok da sevilme isteğinin, hem de sanatsal verimlerin yeşerdiği bir boşluktur:

“-Söyle bana ey yolcu, nedir senin gittiğin?   

-Yola düşkün azgın bir at gibidir yanımda eksikliğim.” (BAK, s.31)

YANYANA şiirinde ise çocukken annesinden alamadığı sevgiyi sonradan alsa bile bunun yanağındaki yırtığı kaplayan bir yama gibi olacağını ve hep fark edileceğini dile getirir: “Sevgiyle yapılmış bir yama/Kaplamış yırtığını yanağımın, Rengi pek tutmasa da.” (BAK s. 52)

Benim de şiir çözümlemelerinde yapmak istediğim, genellikle yapıldığı gibi, şairin şiirinde ne demek istediğinden, anlamın çözümlenmesinden veya tematik yaklaşımdan daha çok söylediklerini “nasıl” söylediği ve parça &bütün ilişkisi ya da kısaca formudur. Çünkü insanı bir başkasından şairi bir diğer şair veya şiiri bir diğer şiirden ayıran temel özellik de neyin söylediğinden daha çok nasıl söylendiğidir. Aslında form ya da biçim ötekiyle aramıza sınır koyan aynalar gibidir. Şiirler de böyledir. Bir şiiri diğerinden farklı kılan onun biçimidir. Biçim hem farklılığı hem de sınırları içermesi anlamında, niyete bağlı olarak, ikili hiyerarşik düzene itaat etmenin farklı bir yolu da olabilir.  Metin Altıok’un “şiirleri” matematiksel olarak ince ince hesaplanmış bir imge örüntüsünün oluşturduğu, biçimsel ve anlamsal açıdan incelendiğinde  kendisini, gitmek istediği halde gidemeyen ve hep bir yere bağlı hisseden melankolik duygu durumunda olan, hep “eksik”, “acı”lı, “yaralı” “parçalanmış”, BİR TÜRLÜ BÜYÜYEMEMİŞ  bir şiir –ben’in bütün bunları kendi bünyesinden uçurarak bize ulaştırmasıdır. Kuşların barınağıdır/ Bir manzaradan oyulmuş Bölük pörçük gövden” (BAK s. 53, BİR ÇOCUĞUN BÜYÜKLÜĞÜ). Eksik olmak, bütünden ayrı düşmek, bir türlü eski’den kopmamak, barışamamak (Bak s.135) Öndeyiş şiirinde şöyle işlenir: “Beni hoyrat bir makasla/Eski bir fotoğraftan oydular.” Ona  zaman kaybından başka hiçbir şey kazandırmayan, yaşamasına engel olan, durmadan ayağına takılarak onu eskiye, geriye çeken, neredeyse gerçekliğine inanılmayacak  bir sanrı gibi inanılmaz olan  acı için ise “ACI” şiirinde ise şöyle der (BAK s. 17): Acı, gittiğini geri dönen yavaş at, /Gizli ve tekinsiz öksesi yaşamanın/ (…) Ve gece söküp gündüz örerek, Var gibi gösteren hiç olmayanı.”

AH KAVAKLAR, KAVAKLAR! ACI DÜŞTÜ PEŞİME ARDIMDAN ISLIK ÇALAR;  ŞİİR VE ŞARKISI ARASINDAKİ ANLAM FARKI

Birinci basımı 1982’de yapılan “Küçük Tragedyalar” kitabının başında bir “ÖNDEYİŞ” olarak  yer alan bu şiirin sonu  “Ah kavaklar, kavaklar! / Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar,” şeklindedir (BAK, s.135). Burada, “acı” şairin peşine düşmüş alay etmekte ve ıslık çalarak ısrarla peşinden gelmektedir; burada şiiri “şiir” kılan kıymetli bir imgesellik vardır. Oysa Sezen Aksu’nun seslendirdiği şarkıda bu anlam değişmekte ve “ah kavaklar, kavaklar!” kısmının nakarat olarak acı düştü peşimden sonra yine tekrarlanması nedeniyle, sanki şairin ardında düşenin ve ıslık çalanın, kişinin sadece kendisinin hissedebileceği anlamında somut bir kavram olan “acı” değil de  rüzgâr ile ıslığını herkesin duyabileceği “kavaklar”mış gibi algılanmasına yol açmakta ve bu hatalı kullanım üzücü bir şekilde, dile ve imgeye çok önem veren bir şairin şiir ile yazdığı vasiyetine gölge düşürmektedir. Nizamettin Uğur’un “Gösteri dergisinin 333. sayısında, “Gerçekleşme Zeminine Göre Eğretilemeler” yazısında metaforların “hedef alan” ve “kaynak alan” üzerinden bir incelemesi yapılmaktaydı.  Uğur bu yazıda şöyle der: “Kavramsal eğretilemelerin hemen hepsi buluş değeri taşımaz, dilde ve bilişsel düzlemde hazırdır bunlar. Bu nedenle de sanatsal, estetik değer taşımazlar… Konuşmada ve/ya anlatımda hazır olan bu eğretilemelerin, nasıl açığa çıkarıldığı ve anlatıldığı, ne tür bir izlek için kullanıldığı, sanatsal metne nasıl dönüştürüldüğü önemlidir… şair bunu bilinçli mi yapmıştır (…); yoksa biliş dünyamızdaki kültürel kodlarımızdaki hazır kavramsal eğretilemeyi kullandığı için metnin sahibine rağmen mi ortaya çıkmıştır böyle bir algı?.. Metin, metnin yazarının niyetini aşan bir yapıya, dolayısıyla niyete sahip olur; bu metnin-ister metinler arasılık diyelim, ister dilsel, kültürel, ideolojik toplumsal ortaklık-çok anlamlılığını, katmanlığını da gösterir.” Altıok’un buluş değeri taşıyan ve sürrealistik bir görsel ya da  sinematografik öğe sunan “acının ıslık çalarak” şiir kişisinin peşine düşmesi metnin yazarının niyeti ile uyum içindedir, dilsel, kültürel ve ideolojik toplumsal yapıyı da arka planda görünür kılar, ancak şiirin uyarlandığı şarkı ne yazık ki bu buluşa büyük bir gölge düşürmektedir.

ALNIMDAKİ ÜÇÜNCÜ GÖZ 

Metin Altıok da şamanlara özgü alnındaki üçüncü gözle, daha olmadan önce, daha sonra olacak bazı şeyleri sezmiş ve şiirlerinde dile getirmiştir. Küçük Tragedyalar’ın “Eski Bir Çakal” bölümünde, ön yargılar sonucu kovulan, taşlanan, aslında esas suçluların çakalların arkasına saklandığını, kendisini gizlediğini, zavallı çakalların aslında, karnını doyurmaktan başka hiçbir şeyden haberi olmayan bir cahil sürüsü, mütecaviz/ kışkırtılmış bir kitle  veya günah keçisi olduğunu dile getirmektedir. Birilerinin maşası olan çakallarla empati kurarak şu söylediklerine bakalım: 

“Bir çakal uluması kulaklarımda, çocukluğumun hasat gecelerinden kalma/(…) ben çok küçük tanıştım, kervan kıran acıyla./Bilici hadi söyle beni bekleyen ne? /suya bak, aleve sor, göçebe rüzgârı dinle. Yeni bir kente gideceğim burdan./Ne uğurlayan olacak beni/Ne orda karşılayan güvermiş bir sevinçle.// Su bulanık, duman alevi boğuyor. Rüzgâr suskun bu gece/Uzun uzun uluyor/Bir çakal paslı sesiyle.(…) Bilici hadi söyle beni bekleyen ne ?/Ak kemikler serp kara toprağın üstüne/Yakında gideceğim burdan, Hiçbir sokağından geçmediğim/Anım olmayan bir kente (...) İşte rüzgârın çözüldü dili, duyuyorum. Alev sardı odunları, kara toprak aydınlandı, görüyorum. Ama giden gitti, ne gelir elden!/Acı, ah acı; acımasız biliyorum.”


Bu blogdaki popüler yayınlar

Barbarları Beklerken'i Neden Seviyorsun?

Şiirin Politikayla Bir Meselesi Var Mıdır?

Kan ve Sözcükler - Önder Karataş