Kan ve Sözcükler - Önder Karataş

“Burada evler, Amerika’ya göç edemeyen bir İtalyan işsizinin umutsuzluğuna benzer.” (Nazım Hikmet)
Büyük yıkımlar sözcüklerde tükenen anlamı yeniler. Eskisine olmasa bile yenisine kapı açar. Ne sözcük eski sözcüktür, ne dil eski dildir.
6 Şubat depremi, kapitalizme özgü tüm kötülükleri uçtan uca birbirine bağlayarak insan canına ve emeğine çöken bir arsızlığın varacağı sınırları göstermiştir. “Olağan kapitalizm” koşullarından can pazarına çabucak nasıl geçilir? Sorunun cevabı doğanın sert hareketiyle apaçık ortalığa dökülür. Karl Marks’ın Kapital’i yeniden okunur, anlaşılır.
Gıda tedarik zinciri, çadır satıcıları, kapitalist görkem tacirleri, ilaç patentleri, akaryakıt ve emlak piyasasının görünmeyen eli… Bir an bile titremeyen eli.
Kapitalizm, kendi işbölümü organizasyonu ile ne kadar övünse azdır! Nesneleri canlandırıp (meta) insan öldürmek “kadı kızındaki kusur” kadardır. Hesap açığı TÜİK adlı kurumun algoritması ile kolayca kapanır ne de olsa! Kızılay dedikleri, bu deprem olamasa borsaya düşen nominal bir değere dönüşür müydü? İnsanın aklına bu soru düşüveriyor.
Enkaz altından belli belirsiz gelen sesler. Depremin ilk birkaç günü… Bilimsel bir anlam, kavrayış deneyimlendi. Deprem olur da yaşam enkaz altında kalmasın diye örgütlenmemiş bir devlet biçimi karakterini deprem sonrasında da gösterir. Lütfedilmiş çadırlar, sonu gelmeyen su ve gıda kuyrukları! Neşe ile kaygı arasında kabuklaşan öfke. Kibrinden ödün vermeyen “Siyasal İslam” görünümlü neoliberal iktidar, Marmara depreminin yaşandığı 1999 yılından bu yana topladığı deprem vergileriyle oluşan devasa bütçeyi “depreme dayanıklı şehirler” yerine otoyol inşaatlarına harcayarak büyük depremde yapacaklarının işaretlerini en başından vermişti.
Telefondaki ses soruyor;
Antakya toparlandı mı?
Yıkım devam ediyor daha. Bitince cevap verebileceğim.
Sökülmüş bir diş yeri gibi kanıyor Antakya. Yollar, anlam-sız bir iz gibi duruyor. Gelinmemiş, gidilmemiş sokaklar, avlular gibi yokluk. Bir bavul ortalığa saçılır. Mektuplar, ölmemişse eğer bir aşk. Sözlükte karşılıksız kalmış deneyimler.
İkinci paylaşım savaşından beri ölüm ve zulüm bunca örtüşen kavramlar olmadı. Üstelik bu örtüşme, insan bedeninde yuvalanarak kendini aklayan faşizmin aklına hayaline gelmeyecek bir çürümedir.
Havadan toz akıyor, yağmur yağınca çamura dönüyor şehir. Hiçbir şeyin vasatı yok. Kötülüğün alası yaşanırken, suyun ve zehrin ayrımı ortadan çekiliveriyor. Zamanla bölgeye yayılan ölümcül durum, ümitsiz bir sosyolojiyi dayatıyor. Halk ümitsiz! Filistinli Hanzala gibi her yaştan insan, sırtını dönüyor muktedir olana.
Muktedir dedikleri de azarlayan bir tonla sürdürüyor hitabını. Kan ve sözcük… Alyuvar. Hece… Hıçkırık… Öfke… Bilinç!
Şehrin, yeniden şehir olduğunu görmeyecek, ama buna inanan kuşaklar suyu ve sözcükleri arıtarak anlıyor. Öfkeden ayrışan bilincin ucu bükülür çünkü.
Kan akıyor gözlerden ve yüzlerden.
“Bir yaradan
Ötekine
Damlarken
Süzgeci mi olur
Kanın?”