Dada Yeni Yılı: Tristan Tzara'nın Bum Bum Bum'u / Andy Merrifield
Çeviri: Burak Bayülgen
Dünyamızın aklını kaçırdığını düşünen tek kişi olmadığımı biliyorum. Günümüzde kısmen aklı başında olmak kolay değildir. En iyi şartlarda çöken siyaset, en kötü şartlarda ölümcüldür ve demagoglar, yalancılar ve hilekarlar tarafından ele geçirilmiştir. Bunların havada uçuşan toplu yalanları bir demagogun siyasi kariyerini bitirmek şöyle dursun, nadiren kitlelerin canını sıkmaktadır. Üstelik, görünüşe göre bu kariyeri güvence altına almakta, bir şekilde garantilemektedir çünkü şimdi bu yalanlara; bu her türlü gerçeklikten kopmuş yalanlara inanmaya yönelik “popüler” bir isteklilik vardır. İşte delilik de burada yatmaktadır. Hayattaki altmışımcı yılıma girerken hayatın bu denli sefil ve çaresiz olduğunu hiç hatırlamıyorum.
Ancak kısa bir süre evvel, beni tuhaf bir şekilde neşelendiren, dünyamızın her daim sefil ve çaresiz olduğunu gösteren bir şey okudum. Dada akımının kurucularından Tristan Tzara’nın Temmuz 1922’de alışılmadık bir şekilde Vanity Fair’de yayınlanmış “Bazı Dadaizm Anıları” başlıklı makalesiydi. Artık kuşe kağıda basılan Condé Nast yayınlarının zamanında böyle şeyleri basmış olduğunu düşünmek ilginç. Bir o kadar ilginç olan da, Tzara’yı okurken onun zamanlarının da tıpkı bizim zamanımıza benzemesidir. 1916 civarı Büyük Savaş’ın kıyımları hiddetlenmişken, Zürih’te Dada’nın doğuşuna nasıl zemin hazırladığını bir dinleyin:
DADAİZM, düzensiz, modern dünyanın karakteristik bir belirtisidir. İlk olarak savaş sırasında Avrupa’nın yaşadığı kaos ve çöküşten ilham almıştır. İsviçre’nin sürgündeki entelektüellerine göre insanlık delirmiş gibiydi -tüm düzen yıkılıyordu, tüm değerler altüst olmuştu- ve biz de bu ruha uygun olarak bir dizi eşek şakasına, özenle hazırlanmış aptalca toplantılara ve hayatın absürdlüğünü ve şiddetini şiddet ve absürdlükle hicveden tuhaf manifestolara başladık.
Tzara, absürdlük ve vahşet onu kuşattığında sadece yirmi yaşındaydı, Dada, diyordu, bu dünyaya, savaşına ve siyasetçilerine, iş adamlarına ve değerlerine olan nefretten kaynaklanıyordu. “Dada,” diyordu “taaruza geçti ve sosyal sisteme bütünüyle saldırdı çünkü bu sistem insan aptallığına; insanın insan tarafından yok edilişiyle sonuçlanan aptallığa ayrılmaz bir şekilde bağlıydı.” Tzara’nın da dahil olduğu bir grup genç insan -sürgündeki ressamlar, asker kaçakları ve firariler, istenmeyen bohemler ve devrim tasarlayanlar- Zurih’in pek bilinmeyen bir sokağında pek bilinmeyen Lenin’in yaşadığı yerin karşısında pek bilinmeyen bir gece kulübü olan Kabare Voltaire’de buluşmaya başladılar.
Altı ayda gece kulübü hayat buldu, Dada “bakire mikrobu” yarattı. Tartışmalar ve acayip gösteriler kısa bir süre içinde efsaneleşti, herkesin diline, tüm Avrupa’nın diline dolandı. Kabare Voltaire geceleri sarhoşluğun, müziğin ve dansın, manifestoların ve şiirlerin, resimlerin ve tutkuların, karnavalesk piyeslerin geceleri olan “Dada geceleri” oldu. Kabare’nin ortak kurucusu Hugo Ball piyano çaldı; partneri, bir diğer kurucu Emmy Hennings şarkı söyledi, okuma yaptı ve dans etti; keza Sophie Taeuber; Richard Huelsenbeck koca bir davulu gümletti; bir balalayka orkstrası çalmaya başladı; Hans Arp, Hans Richter ve Marcel Janco sanat eserleri temin etti, kolajlar, kostümler ve maskeler tasarladı.
Küçük, tek camlı gözlük takan, entelektüel bir girişken olan Tzara, Dada manifestoları ve cebinden çıkardığı kağıt parçalarından Fransızca ve Romence şiirler okudu. Performansları çığlıklar, hıçkırıklar ve ıslıklarla hayat buldu. Bir keresinde Tzara, elektronik bir zil -kimsenin ne dediğini duyamayacağı denli bir gürültüyle- çalarken gazeteden bir makale okudu. Sahnedekilere sık sık mermiler kadar, biftek, yumurtalar ve lahanalar da atıldı. Öfkeli seyirciler sanatçılara bağırıp hakaretler etti; öfkeli sanatçılar seyircilere bağırıp hakaretler etti. Dada geceleri kulak tırmalayıcı kahkahalar ve sık sık meydana gelen kavgalar demekti. “Yoğun kalabalıkları,” diyordu Tzara, “tamamen farklı gıcık etmenin hakkını talep ediyorduk.”
Efsaneye göre o ve Lenin muhaliflerin musallat olduğu bir başka Zurich mekanı olan Café de la Terrasse’da satranç oynarlarmış (Görünen o ki Lenin bazen Kabare Voltaire’de keçi sakalı ve mongola benzeyen yüzüyle sessizce ikinci sırada oturup cümbüşe eşlik edermiş.) Eğer Tzara’nın beyanlarına inanırsak hem böyle bir efsane hem de Tom Stoppard’ın Travestiler’i aslında doğruydu. 1950’lerin sonlarında Tzara şöyle demişti: “Lenin’i Zürih’te şahsen tanıyordum, onunla satranç oynadım. Ama utanarak şunu itiraf etmeliyim ki o zamanlar Lenin’in Lenin olduğunu bilmiyordum. Bunu çok sonraları öğrendim.”
Muhtemelen Tzara satrançta pek de başarılı değildi. Bir sürü kural, taşların oldukça kısıtlı hareketi, aşırı kurnaz stratejiler, bunların hiçbiri yirmili yaşlarındaki fevri birisinin şiirsel duyarlılığına hitap etmiyordu. Öte taraftan, artık kırklı yaşlarındaki Lenin büyük ihtimalle usta bir oyuncuydu ve yenmesi güçtü: Neticede, her zaman strateji oluşturuyor, zamanını bekliyor, soğukkanlılıkla bir sonraki hamlesini planlıyor, daima rakibinin güçlü olduğu yerleri değerlendirip en zayıf noktasından vuruyordu. Hâlbuki Tzara, oyunun mekaniğinden ötürü kendini kısıtlanmış hissediyordu. Piyonlar yana ve geriye doğru hareket etsin, filler atlar gibi zıplasın, kaleler çapraz gitsin, şah vezir olsun istiyordu.
Ve eğer Lenin sahnede “yeni bir adam” yaratmaya çalıştıysa, Tzara’nın arketipik anti-kahramanı kaypak bir kimliğe sahip, kusurlu, kekeleyen, kurnazca dil ve ulusalcılık arasında konumlanmış, esaslı ve mantıklı, rasyonel ve kuralcı hiçbir şeyi umursamayan, o siyah ve beyaz dama tahtahısının karelerinin çatlaklarında hareket eden “ortalama bir insan”dı. Tzara’nın ortalama insanı “Bana iyice bir bak,” diye iğneleyecekti seyircileri. “Ben bir aptalım, palyaçoyum, sahtekarım./ Bana iyice bir bak!/ Çirkinim, yüzümün hiçbir ifadesi yok, küçüğüm./ Ben de tıpkı hepiniz gibiyim!”
Lenin münferitti, kapalı kapılar ardında gizli gizli planlar yapıyordu; Dadaistler bu dünyada savaş ve ulusalcılığın ötesinde, başka idealler için yaşayan hür erkek ve kadınlar olduğunu hatırlatarak toplumun baş belası oldular. Tzara’ya göre şiir siyasiydi çünkü bir karşı-edebiyattı, yaşam biçimiydi, dünya-içinde-varolmanın bir şekliydi, yoğun ve yıpratıcı, toplumun kıçına tekmeyi basan engin bir çığlıktı. “Hayat ve şiir arasındaki tüm ayrımı reddettik,” demişti, “şiirimiz bir yaşam tarzıydı.” Şiir skandal demekti, “dış dünyayı ve kabul edilemez belirtilerini kavramayı sabote etmek” demekti.
Dada sabotajının ilk dostane silahı sarsıcı gürültüler ve işitsel hisler, ifadeler ve kekelemelerle Dadacıların “düşünce ağızda yapılır” ısrarını karşılayan “ses şiiri”ydi. Ses şiiri, kelimelerin anlamından seslerin anlamına kayan, kelimeleri sözdizimden -ve kesinlikle dili dilden bağımsızlaştıran kışkırtıcı bir dilsel deneydi. Ustaca seçilmiş kelimeleriyle geniş izleyici kitlelerini etkileyen politikacılar ve demagoglar dili hatalı kullanmış, istismar etmiş, bozmuş ve uydurmuştu. Öyleyse, demişti Dadaistler, gelin kelimeleri kullanmaktan kaçınalım, onların dilsel alanlarına girmeyelim. Böylece, Tzara’ya göre dili anlamdan ayırmak yeni bir anlamı olan yepyeni bir dil yaratmak demekti. Bu, yönetici sınıfının yalanlarına ses verip anlama anlam yitirten kelime oyunlarını reddetmek, kurallarına ve tanımlarına HAYIR demekti.
Tzara, modern ifade biçimlerinden tümüyle kopmak istiyordu. Huelsenbeck’in davulunun yanı sıra özgün Afrika ilahisi “boomboomboomboom drabatja mo gere, mo drabatja boooooooooooo”dan ilham alan kendi davul ritmiyle resitaller vermeyi seviyordu. Bu arada, “bilinmeyen kelimelere” ses verme fikrini tekrarlayan “Toto-Vaca”, Tzara’ya bir antropoloji dergisinde keşfettiğini söylediği Māori şiirini benimsetti. Bu dizeler Dada Manifesto: Poèmes, Délires & Textes adlı kayıtta yer aldı ve bir zamanlar Kabare Voltaire’deki seyircileri büyüleyen bu büyülü sesleri artık biz de dinleyebiliyoruz. “Toto-Vaca,” diyordu Tzara, ses üretir ve Kiwi denen bir Yeni Zelanda kuşunun gaklamalarını, cıvıltılarını ve gırtlaksı seslerini taklit eder.
“La Panka”, rahatsız edici seslerle, kelimenin tam anlamıyla dünyanın, patlayan toplumumuzun kargaşasını ve sismik sarsıntılarını seslendiren, uzun, uzatılmış ve sarsıcı ifadeleri vurgulayan başka bir Tzara şiiridir: “Tremblement de la terre” yahut İngilizce’deki “deprem” gibi ses veren “De la teeee ee erre mooooooot/ Des bouuuules”. La Panka’nın yüksek sesle okunduğunu duymak demek, titremek; “je déchiiiiiiire la coliiiiiiiiiii/ine” (“Tepeyi parçalıyorum” ve “iaoai xixixi xixi cla cla clo/ drrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr” karşısında kötü bir şey olacakmış gibi ürpermek demektir.) Bu, geçmiş zamanın hayaletinin korkunç kekelemesi gibi derinizin altına işleyen, yahut tıpkı bir çocuğun hor görülmesin diye duymayı reddettiği ve sizin de duymamak için kulaklarınızı tıkayarak çıkardığınız uğultu gibi bir sestir. Belki de bir başkasının iğrenç sesini, iğrenç propagandasını yahut mesajını, hayatlarımızı gaspetmiş ideolojik beyaz gürültüyü bastırmak gibidir.
Marksist filozof Henri Lefebvre, ilk dinleyişinden onlarca yıl sonra, Tzara’nın sesli şiirlerinin etkisini açıkça hatırladı. Lefebvre, “Dadanın geçmişi bomboş bir sayfaya çevirmesinden” etkilenip dili “bilimsel dile ve söylem sanatına meydan okuyan” “bir tür spontane kekemelik” temelinde inşa etti. Lefebvre’nin 1924’te, kuruluşuna yardım ettiği Philosophies dergisinde yayınlanan ilk makalesi, Tzara’nın Dada Manifestoları’nın aydınlatıcı ve olumlu bir eleştirisiydi ve daha sonra bu yirmili yaşlarındaki iki çocuk birbirlerini tanımaya başladı (1896 doğumlu Tzara Lefebvre’den beş yaş büyüktü); daha sonra bir araya gelip Toulouse’daki Direniş hareketi için birlikte savaştılar ki o zamana dek her ikisinin de adanmış birer komünist olması Tzara’nın asla reddedemeyeceği bir davetti.
Lefebvre’ye göre “1918’deki ilk manifestosundan itibaren Dada, Batı’nın söz merkezciliğini ve Avrupa merkezciliğini kasten çocukça bir formülle yargıladı: Dada ilk ve son kekeleyendi. Genç ve atılgan Tristan Tzara, Avrupa’nın -düşüncesinin, siyasetinin ve bir zamanlar olduğu her şeyin- bum-bum-bumdan başka bir şey olmadığını ilan ettiğinde çok ileri gitti. Bu, şaşırtıcı bir şekilde hem çocukların davullarını, hem büyük askeri bandoları, hem politikacıların söylemlerini hem de patlayan bombaları çağrıştıran çocukça bir terimdi. Dada, modern dünyanın eşiğindeki olumsuzluktu, [moden dünyanın] kapısına üç kez vuran da Tristan Tzara’nın bum-bum-bum’uydu. Bu kadar.”
Son zamanlarda Amerika’nın dört bir yanındaki devlet okullarına ve alışveriş merkezlerine kurşun yağdıran tüfeklerin ve stres altında daha gürültülü ve hızlı atan kalplerimizin bum bum bum’unu da buna ekleyebiliriz. Gerçekten de dünyamız patlayan bombalar ve askeri bandolarla, silah sesleri ve siyasetin büyüsüyle – bir Trump mitinginin şamatasıyla, ekonomik ve ekolojik kriz halindeki çağımızın kaygılarıyla bozulmaya devam ediyor. Yayın araçlarımız da yüksek lakin boş söz patlamalarıyla dolu. Twitter feed’lerinin, ticari haber kanallarının, sahte belgeler yayınlayıp hakaretler yağdıran embesillerin ve siyaset özentilerinin düşünmeden kullandığı bir dile kelimenin tam anlamıyla doyduk. İnsanlar kitlesel olarak kelimelerle cahilleştirildi, [kelimelerin] her an her yerde hazır olmalarından ötürü ayartıldı, anlamsızlıkları yüzünden uyuşturuldu. Hâlbuki, çok az kelime bir araya gelip çok fazla şey söyler. Basitleştikçe çoğalırlar. Anlamsızlık viral olur.
Düzgün insanlar mantığa başvurup tartışmanın tonunu yumuşatarak gerçeği desteklemeye ve yanlış anlamaları düzeltmeye çalışmamız gerektiğini söylemişlerdi. Ama bu yöntem gerçekten de amaca uygun mu değil mi merak etmelisiniz. Belki ilericilerin bunun yerine daha radikal bir şeye, daha Dadaist bir şeye, onların gürültüsünü bizim gürültümüzle bastıran bir şeye ihtiyacı vardır. Belki Dadaist tarzda bir skandal başlatmanın ve yeni bir olumsuzluk ruhu yaratmanın, bir tabula rasa yaratarak baştan başlamanın, bu sefil statükodan her şeyi silip süpürmenin zamanı gelmiştir. “Her şey mi?” diye sormuştu eski nesil liberal beybabalar Turgenev’in genç “nihilist” Bazarov’una. “Her şey,” diye tekrarlamıştı Bazarov, “belirsiz bir sakinlikte.” “Şu anda en faydalı şey olumsuzlamadır – öyleyse reddediyoruz... İlk iş yolu açmak.”
Tzara, Dada’nın “her zaman ve her yerde gençlerin ortak isyanından doğduğunu” söylemişti. Ne zaman “biz” dese, Tzara’nın aklına hep bu ergen, kendi gibi 1914-18 savaşı sırasında acı çeken, yirmili yaşlarında “saf ergenliğinin baharında birdenbire hayata maruz kalan”, “gerçeğin alaya alınıp kibrin ya da aşağı sınıf çıkarlarının eskimiş kıyafetlerine bürüdüğünü gören” nesil geliyordu. Keza günümüz gençliği de aynı şekilde saf ergenlik dönemlerinin hayata ve yalancılara maruz kaldığını görüp gerçeğin siyasi kibir ve kaba sınıf çıkarlarının eskimiş kıyafetlerine bürünerek alaya alınmasını izliyorlar. Bu nedenle şunu merak edebiliriz: Toplumumuzun yıkıntıları arasında bir skandal planlayan, Dada mirasçısı, bir kenarda bekleyip yetişen genç isyancılar var mı?
Bir avangard tekrardan yaratılabilir mi? Tıpkı Johnny Rotten’ın da 1977’de bildiği gibi, geleceğin olmadığını bilen dünya çapındaki pek çok hoşnutsuz gencin öncülük ettiği, eleştirel, devrimci bir avangard, bir neo-Dadaist var mı? Kabare Voltaire’deki geceyi güzelleştiren gençlerin yolundan gidebilecek kimse, herhangi bir grup veya topluluk var mı? En kışkırtıcı, en tehlikeli, en yıkıcı ama en yaratıcı hareket olan Dada’nın yeni bir geleceğin kapılarını açacak çağdaş çocukları nerede?
Belki de bu çocukların ihtiyacı olan, kuluçka yerleri, yeni bir hareketi yetiştirecek beşikler, gençlerin bir araya gelebileceği, birbirleriyle karşılaşabileceği, politize olabileceği, kendilerini eğlendirebileceği yerler, kafeler, barlar ve tarafsız İsviçre’nin (ve Zürih’in) savaş yıllardında kurduğu gibi serserilerin ve benzerlerinin arkadaşlar edindiği, kendilerini özgürce ifade ettiği ve Dadaistlerin – bize savaşı ve milliyetçiliği reddeden, başka idealler için yaşamış ve hala yaşayan bağımsız gençlerin mevcudiyetini hatırlatan bir harekete dönüşeceğini fark etmeden – küresel bir hareket kurabildikleri gençlik merkezleridir.
Tzara’nın Henri Lefebvre’ye verdiği dersteki hâlâ önemli olan nokta: “Gerçek bir sanat eserinin yaşanması, yazılı bir eserin kendisini bir yaşam tarzına tabi kılmasıdır.” Tzara’nın eserleri onun hayatıydı, hayatıysa onun eserleriydi, belirli bir yaşama ve dünya-içinde-varolma tarzıydı. Yeni Kabare Voltaire’leri bizzat yaratmak, aynı zamanda zihnin Kabare Voltaire’lerini yaratmak, bu radikal duyarlılığı başkalarıyla birlikte her yerde her zaman yaşamak, şiire hayat vermek, onu sokaklarda ve günlük yaşamda seslendirmek demektir. Guy Debord, her zaman kendisini ve Durumcuları sokağa çıkaran şeyin modern şiir olduğunu söylerdi. “Planını gerçeğe dönüştürmenin gerekli olduğunu ve kesinlikle başka da bir şey yapmamayı düşünen bir avuç kişiydik.”
Bu planın bir kısmı zamanla ayrışan iki ucu birleştirdi: Arzu ve inkar, alternatif, özgün, tutkulu ve macera dolu bir hayat yaşamak isteğiyle birlikte mevcut toplumun kötü kurallarına ve ideolojik normlarına, durgunluğuna ve kederine, sahteliğine boyun eğmeyi reddetmek. Bu, toplumun inançlarına, yalanlarına inanmayı reddetmek, bunlarla “övünmemek”, bunlara kızmak ve bunlardan tiksinmektir. Kapıyı üç kez çalan Tristan Tzara’nın bum-bum-bum’una herkesin kulak vermesi gerektiğini söyleyebiliriz. Bu kadar.