Silahını Kuşanmış Sözlük (Mustapha Khayati’ye not) Tibet Şahin
“Baskın dilin eleştirisi yeni devrimci teorinin kalıcı eylemi haline gelecektir.”
Barbarları Beklerken olarak kendi üstümüze katlanıyoruz, bu katlanma ile içerikle formu birleştiriyoruz diyebilirdik; ancak bu kavramları kullanmamıza dahi gerek yok, bu katlanma ile kendi sorgumuzu açıyoruz.
Okumuş olduğunuz yazıyı çevirmemin birkaç gün sonrasında Marcus Steinweg’den bir alıntı aklıma gelmişti: Filozofları yabancı kelimeler kullanmakla kınıyorlar. Oysa ki felsefe yapmak, her kelimeyi yabancı bir kelime gibi görmektir . Elbette ki inanılmaz doğru bir tespit, hayatımızın büyük kısmına, anlatamadığımız dertlerimize deva olacak türden bir söz; bizler kelimeler tarafından etkilenmeye o kadar açığız ki iki anlamsız sözün çekimine kapılıp günlerce orada kalabiliyoruz; bir şiir dahi değil, en saçma yerlerden fışkıran kelimelerde başımıza geliyor bu. “Oturduğumuz yer çok nezih, çok modern”; ah bir elime geçirebilsem şu nezihi, kulaklarından kapımın tavanına çakacağım; ah şu moderni arasam da bulsam, her ağzı düğümlesem, her yazını yaksam ki yanıksız bir nezihlikte tek bir sokak kalmasın karşımızda. “erkek, erkeğe indirip dayadı” Bir kere daha karşıma çıktığında kulağımın dibinde düşman bir yabancı beliriyor; kullandıkları kelimelere göre düşmanlarımı nasıl belirleyebileceğim vahim düşüncelerine dalıyorum. Khayati’yi okuduğumuzda diyoruz ki: “Nezih”, “dayamak”, Dada’ya ne kadar da uyan kelimeler, bir dadaistin eline düşse de görsek. Hayır, nezih arzuları kurutmanın yolu buradan geçiyor olamaz; nezih’in yönünü döndürebiliriz belki? Tüm nezih mahalleleri vandalize etsek bu kelimeyi yok edebilir miyiz? Burada iki soru: (1) Şayet kelimeyi yabancı olarak görüyorsak, onu yeniden tanımlama gücü nerede bulunur (2) Kelimenin saçmalıklarını ortaya döken bir ifşa savaşıyla kelimeyi sahiplenip geri kazanmak arasındaki çelişki nasıl aşılır?
İnce gözlem yetisinin ithamlı tanımlamalarından kaçınacağız, böylelikle kendisini bir sayfalık cümlelerde saklamaya çalışan her türlü eleştiriyi soyacağız, kendi renkleriyle ışımalarına, kendi oyunlarını oynatmalarına izin vereceğiz. Yani her öğeyi durduğu yerden alıp gerekli çöp poşetine ayırarak cümle içindeki kolajları takip etmenin zevkine vardıran ve eleştirisindeki mizahını bu zevk üstünde, en acımasız ve en cevap verilemez biçimleriyle önümüze koyarak yazarın kendi dil yeteneğini, okuyucunun da anlama kapasitesini onaylamalarıyla çatışmadan kaçınmayı başarabilmiş en az üç orta yaşlı Almanın hoyhoyhoy diye bağırarak güldükleri bir mizahtan kaçınacağız, çünkü tüm çekiciliklerine ve bizi kendimizle barıştırma vaatlerine rağmen ne ortak zekâların açık topluluğuna (ki Almanların hep keyifle kurdukları (stiftledikleri) Stift’ler bunun şahididirler) ne de bununla birlikte ilerleyen kolaylatılmış entelektüel birleşmelere inanıyoruz. En azından bir Sitüasyonist gelenek altında düşüncelerimi “biz”li yazmak kitsch’leşmekten kaçınmak için sessizleştirilmiş bir yürüyüşün emaresi olarak bize güven veriyor, sözlerimizin arkasında durabilmemizi sağlıyor ve yazının sınırlarını bulandırıyor. Bu Alman mizahında teatral olan tamamen temsilin, tanımları saklı biçimlerinde sunacak olan oyuncunun kendi bendenizindeki ağırlığa, katılmaya ve söylemdeki ince zekaların uyumundan mutlu olmaya uygun hale getirilmesindeki dekorlardır; yani oyun, bu mizah içerisinde “bilincine varma” eyleminin dekoru haline getirilmiştir. Ancak Sitüasyonistler bir sır topluluğu değildir, bir sembolik sistem üstünden kesinliklerle dolu bir evren inşasına yoktur; kavramları bir mahzende değil, silah deposunda bulunuyor, bunlar da saklamak için değil depodan çıkarılmak içindir. Şayet marksistler kendi ortaklaştırılmış özelleştirilmiş kavramsal zeminleri üstünde birbirileriyle olan karşılıklı katılmaları içerisinde parti içi entelektüel ve kolektif bir zevkle yetiniyorlarsa, eyleme gücünden yoksun bırakılmışlardır. Bize yabancı olan kelimenin yabancılığı, Kallipolis’te oturan, merceksiz ve ancak mutlak bir çizgideki mesafeyle ayrılmış kendini sıyıran düşünce insanınınki değil; evler içerisinde bir evde ikâmet eden birinin evinde yankılanabilecek bir yabancılıktır. Yani bu yabancılık, düşüncede içerip kapsamakla belirlenmiş, karşısına çıkacak her şeyi yutacak mekanizmayı çalıştıran bir yabancılık değildir; ki bu durumda yabancılık yazının hareketinde çatışmalarla aşılan bir şey gibi gösterilse de yabancılığı oluşturan mesafe alma eylemi her zaman yazın hareketinin sonunda yazının önünde ördüğü ağların arkasında saklandığı yerden çıkar, yazı kendi hareketinde bir huni gibi ağlarını da kendisiyle çeker; üstü örülmüş olan ancak örülerek soyulur; karşımıza mesafe alma eyleminin evrensel metodolojisi serilir: Yabancılaşmış bilinç, kendisini dünyaya yabancılaştırarak dünyaya yabancılaşır. Temel hareketimiz budur. Ancak biz böylesine simetrik bir karşılıklı ilişkiden bahsetmiyorduk; yabancılaşma da alanın dışında duracak bir mesafe alma eyleminden çok alanın içinde kalarak alanı çiftlerini söken bir içine dalma eylemi olarak belirlendi; bir soyutlama eyleminden evvel bir afekt (duygulanım) olduğu söylenebilir. Yabancı olma, bir şeye karşı yabancı olma, yabanıl olanın karşımızda belirmesi. İkinci bir emre kadar olağanüstü hâl, el ayak çekme eylemi değil, ki bu noktada tam da yabancılaşma ihtimalinin kendisine mesafe almakla ilgilenilir: Yabancılaşma, yabanıl olanın karşımıza çıkması, yabancı olanda yabanıl olanı gördüğümüz, onunla burun buruna geldiğimiz anda yabancıyız; üstümüze atılan, fazla ağır gelen, tehlikenin kendisinden başka rotayı gösterecek bir şey olmayan yabandayız. O halde bizi ilgilendiren hiçbir zaman zaten geri dönmek sözüyle mesafe almış özdüşünümsel bakışın yeniden ayarlamaları ve kavram mühendisliği değil; üstünde durduğumuz alanı tersyüz edip onu yabana çevirmektir, tüm geçmişin güvenliksiz yıkımıdır. Bu, mutatis mutandis , doğrudan bir performans olmak dışında maskelenmiş temsille, kendi kendisini ortadan kaldıran bir ironik tanımlama aracılığıyla da yapılabilir; burada sessiz olan tanım, dile dökülerek yeniden tanımlama haline gelir, ancak bu yeniden tanımlama eylemiyle birlikte kendi yabanıllığını ifşa eder: Burada Flaubert’e belli açılardan aynı geleneğe katıldığımız Diderot ve D’Alembert’ten daha yakın duruyoruz. Sartre’ın da tespit ettiği gibi Flaubert salonlar arasında yabanılcasına dolanırken salonları çektiği örtülerle yabana çevirip al-anların hiçbir zaman böl-gelerce alınamamış iplerini çekiyordu:
Akhilleus: Ardına “hızlı koşan”ı ekleyin: İnsanlar Homeros okuduğunuzu düşünecektir.
Bu ironik tanımlamada temsilin yönünü kaydırıp kendi içine yöneltiyor ve onu gösterinin bir parçası haline getiriyoruz; Flaubert’in sözlüğü içindeki kelimeleri değil, bu kelimelerle girilen belirli bir anlama ve bulunma ilişkisini göstermekte. İktidar güç kendi tipolojisini en transparan temsil edilemez şekillerde kodlamaya çalışırken ironik gösteri kendi negatif tanımlarıyla bunu yıkabiliyor. Buradaki negasyon belirli bir şeyin negasyonu, ironi belirli bir şeyin ironisidir.
Elbette burada Flaubert’inkiyle birlikte güzel okuyucunun da burnu büyüyor, narsist bir kendinden geçmişlik içerisinde gülüp sırıtabiliyor; ironik sözlüklerin en derinindeki belirleyici olup da sözlüğün hiçbir yerinde yazmayan “buradaki tanımlara inanmayınız” maddesinin bilincinde oluşumuzdur; her şey en büyük ciddiyetle yapılırken aslında tüm kurgunun arkasında sessiz bir ciddiyetsizlik yatar; narsist zevklerimizi bu arkada bulunan rezervin bilincinden, arkada duran akıl oluşumuzdan veyahut bu akılla hoşsohbet olduğumuzu bilmekten alırız. Bu sebeple ironist her zaman zeki olan kendisi olması gerektiğinden baskıcıdır da; kendisini geriye çeken bir temsil olduğundan, yani söylediğinin negasyonunu dahi yapmayan bir geri çekilme, el ayak çekme halini içinde bulunduğundan aslında temsilin izini kurarkan bu noktada bir temsil de yaratmış olur; belirsiz, negatif, silik bir temsil, çünkü nesneleri kendi canlılığında temsil etmese de bu temsillerin yok oluşunun temsili olarak var olabilir; kendisi açık bir negasyonla işlemiyor olsa da (burada bir parantez açıyorum: ki yalnızca kötü ironiler açık bir negasyonla işler, hatta bunlar o kadar komiklik ve ince zekadan yoksundurlar ki, komik bir ses tonlamasıyla ironiden çıkarılıp mizaha çevrilmedikleri takdirde gülünemezler. Belki ironiyle ilk deneyimlerimi yaşadığım 8-9 yaşlarında gülünebilecek bir ironidir bu yani; “dermişim”, “olurmuş” gibi kendini anlık açığa vuran şakalr örneğin bu ironiye aittir; “doğalgazı açık unuttum, deermişim” vb. Buna ironi yerine ima demek daha doğrudur, çünkü yol haz alınamayacak kadar düz ve kısadır. İroni, yani eironeia, “eiron”dan, yani kendisini olduğundan farklı gösteren kişiden geliyor; kendi olduğu şeyin karşıtından değil. Tabi bunu tekrar ederek birkaç kişi arasındaki bir şaka (inside joke) haline getirdiğimizde ironiden çıkıp mizaha dönüşür; yani burada sanılabileceği gibi ironik bir katmanın eklenmesi söz konusu değildir. Böyle bir durumda “dermişim”in kullanıldığı dönemle veyahut bunu kullanan insanlarla dalga geçilmez, yalnızca karşılıklı bir tekrarın doğal ortaya çıkış biçiminde her tekrarlanışında bir döngü içerisinde toplana toplana hazzı arttırması söz konusudur. Namaz kılarkenki tekrarlarımızda ise gülmeyiz, çünkü burada otomatize edilmiş bir tekrar var, spontane değil; ancak konumuz tekrar olmadığı için parantezi burada kapatıyorum). Bu sebeple böyle bir sözlük kurma biçimini dadaist/sitüasyonist bir biçim olarak görmüyoruz, ki sitüasyonizm kendi kendine olan gülüşünü geciktirme çabasında bir dadaizmdir; siüasyonist siyah/beyaz halde bir tarihsel anının koruyuculuğunu yaparken dada rengârenk; ki sitüasyonizm bunu momentlerinden birisi olarak görür: Barbarları Beklerken olarak bizim için politik ve estetik olarak önemli olan, bu ikisini aynı anda yürütmektir. İnce bir bohemlik türü belki ama çok ince.
Badiou komünistlerin belli başlı kelimeleri kullanmaktan- özgürlük, mutluluk, demokrasi- kaçınmlarını temkin ediyordu; bunu da bir sözlük önerisi olarak düşünebilir: Yasaklı kelimeler sözlüğü. Khayati burada iktidar gücün “masumluk ideolojisine” ait bir kelime fetişizmi, gereksiz bir özcülük ve Dada’nın çığrığından mahkûm kalma görürdü. Öte yandan Badiou bu kavramların artık başka bir düşüncenin içeriye girmesine izin vermeyecek kadar sıkı bir şekilde kapitalist sistem tarafından kodlandığını söyleyerek ideolojiye karşı açılan savaşın kavramsal sadakatini savunuyordu. Sistemin kodladığı kavramları kullandığın anda aslında kendi üssüne bir köstebek almış gibi oluyorsun; nasıl büyüyeceğini anlayamayabilirsin. Gerçek yaşamın dilinden söz ederken gerçek, yaşam ve dil hakim gücün kelimeleri olarak da varolmaktadır: Lubuncanın jenealojisi. Burada Zizek’in özgür olmadığımızı dile getirecek dilden yoksun olduğumuzla ilgili tekrarladığı meşhur sözünü hatırlamak lazım. O kadar özgürlüksüz bir dildeyiz ki özgür olmadığımızı dile getirecek dilden yoksun olduğumuzu söylerken bile arzuladığımız kavram (özgürlük) sistem tarafından kodlanmış şekilde bize veriliyor. Dada bunun üstüne sıçardı. Badiou’nun önerisi, Khayati’nin sözleri ışığında, ters çevrilmiş bir şekilde anlaşılabilir; belki de komünistlerin bu kelimelerden kaçınması gerçekten de iyidir, çünkü bu kelimeleri yoksulluklarından kurtaracak, bir şeffaflığa çıkaracak güçten yoksundurlar, tam tersine iktidar gücün yansıtılmış opaklığında durmaktadırlar. Pratik ve teorik siyasi mücadele kelimelerin sahiplenilmesi üzerine kuruluyken teoriyi hangi kelimelerden yoksun kalacağımız üstüne kurmak bize ne getirebilir?
Hakim gücün “ideolojik sözlüğü” karşısında yazılacak “gerçek hayatın sözlüğü”ne ilişkin (ki bu, ideolojinin sözlüğünün doğru yazımını sunan Flaubert’inkinden farklıdır) yukarılarda bir yerde yazılmış olanlar, kavramsal zeminin kolektif adına işleyişindeki tehlikelerle ilgilidir; zemindeki ortaklaşmalar adına hakim güce karşı çıkan kavramlar duvar gibi örülür; bir tür ethos içerisinde her türlü altını oyma eylemi bir sonraki eyleme kadar askıya alınır. Khayati bunu çok açık ifade ediyor. Ancak burada Khayati’nin kelimelere ilişkin “tarihsel” ve aynı zamanda “enflasyonist”, kelimelerin gücünü kıran, önemsiz olduklarının bilinciyle hareket eden tutumları arasında bir çelişki olduğunu görüyoruz: Bir yandan iktidar güç kelimeleri tarihsizleştirerek kendisine mal ediyor; iktidar gücüne karşı savaşan bir dili yaratmanın yolu da kelimelerin tarihsizliğinin kabulünden, hatta ve hatta “insani ilişkilerin şeffaflığında”, yani ütopik bir momentte kendisini gösteren bir silikleşmeden bahsediyor. Öncelikle iktidar güç, kendisini yekpare bir güç değil, güçler olarak örgütler; iktidar güçlerin nasıl kolonyal bir dil yarattığını, bunu kolonyal tarih ve praksise zincirlediğini, şiddetin dilinin ne kadar hızlı türediğini ve her yere yayılmış olduğunu biliyoruz. Kelimelerin gerçek bir gücü var, ve bu yalnızca bizim onlara özne olarak yaklaşarak her an kurabileceğimiz bir güç değil, tersine onlar karşımıza bir yabanın içinde, varolan bir güç gibi çıkıyorlar. İktidarın dili kendi tarihinde zincirli, iktidar kendi tarihini silerken neyin silinmesi gerektiğini haykırmamız adına bir yasaklı kelimeler sözlüğüne ihtiyacımız vardır, her ne kadar bu politik ufuk çizgimizi çekmeyecek olsa da. Her kelime bizim için bir silahtır, ancak bu her kelimeyi kullanmamız gerektiği anlamında değil, kullanıp kullanmamayı seçmemiz gerektiği anlamındadır; kelimenin tarihselliğini (yeniden) kuracak olan bu karar anıdır.
Öte yandan bu kavramsal zemin yüzeyde bir kod birliği olarak kurulabilir; bu kod birliği belirli bir zeminin hakim güç tarafından işgal edilmemesi adına korunabilir; bu zemin üstüne gelen insanlar, hakim gücün dışına püskürtülmüş olanlar, bu şekilde kendilerini güvende hissedebilirler. Bu güven temelli siyasi ontoloji zaten sözlüğün açıklığıyla ilgilidir; sözlüğün açıklığını eski siyasi ontolojileri sızdırmaya çalışan girişimlerle (aralarında en komiği, Troçkistlerin entrizmi) tehlikeye atacak her konuşmacı dışarıda tutulur. Hakim gücün konuşma hakkına dahi sahip olamayacağı alanlar yaratılmaya çalışılır, direnişin hayatta kalma alanları. Bu, reaksiyoner bir kimlik politikasından gelmez; tam tersine kimlik politikası sözlük yazan hakim gücün üretimidir. Queer sözlük, bazılarının elinde bir kitaba, bazıları kapağı açtığında kuma dönüşen satırlarla yazılır: ki kimlik bu zemin üstünde kendini yalnızca “otantik” olmayan formlarında, travestik bir şekilde gösterebilsin, ki bu gösteri kimliğin temsil edilebilirliğini yıksın. Farklı bilimlerin sürekli birbirine referans vererek büyük bir bilgi ağı oluşturmalarıyla yaratılan nesnel politik direnci de içine alacak, ancak semantik ağdan ibaret olmayan, hatta ve hatta onun türeyişinde bulunan, kaplamı daha geniş bir zemin bulma çabasındayız; en geniş olan zemini en özel olanda bulabileceğimizi göreceğiz. Özel olarak devrimci bir işçi sınıfının sömürü makinesiyle açıklanan teorisiyle değil, ufkuna bir yıkımı alan işçi mitiyle ilgileniyoruz. Sitüasyonistlerle olan ortaklıklarını görmemek elimizde değil; umudunu, dünyayı değiştirme arzusunu kaybetmiş herkesi dışlıyoruz ki kelimelerimize hiçbir yazar hayali, başarı fikri veya politik saflık yanılgısı karışmasın. Yani bu açıklık, sözlüğün herkese açıklığına değil, sözlükteki tanımların tekinsiz açıklığına -- (yabancı bilinç)--, ironisine-- (Flaubert)-- ve her an kendi kavramsal ağlarından soyunup “gösteri”ye --(queer)-- başlayabileceklerine işaret eder. Bu gösterilerin tekilliklerinde semantik ağın ötesine geçebilmeyi umuyoruz.