Sürrealist Karşılaşmaları - Hala Yaşayabileceğimiz Zamanlar - Andy Merrifield
Çeviri: Işıl Çevik
Haziran 1933’te Sürrealist dergi Minotaure'un ilk sayısını yayınlayarak şair Andre Breton ve Paul Eluard okuyucularına iki soruluk bir anket hazırladı: "Hayatınızın en önemli karşılaşmasını sizce hangisi? Bu karşılaşma size ne ölçüde tesadüfi veya önceden belirlenmiş gibi geldi?" Bu sorular sanki zihnin gömülü hazinesini açabilecek özel bir geçiş anahtarının kalıbıydı. Bu soru ortaya bir kez çıkarıldığında derin, duygusal tepki tetiklenir; hiç kimsenin bu tepkimeye bağışıklığı yoktur. Aslında herkes durup gerçekten düşünürse, hayatının en önemli karşılaşması olarak değerlendireceği bir olay yaşamaz mı?
Breton kendisine ne derdi acaba? Acaba 1928'de yazdığı "Nadja" adlı romanında anlattığı o aydınlık macera, Nadja'yla karşılaşması olabilir miydi? Bir şekilde bu karşılaşmadan sonsuza dek etkilenecekti nihayetinde. Daha önce hiç öyle gözler görmemişti. Nadja’nın hayatına girmesi kaderin işi miydi? Nadja, Rusçada umudun başlangıcını ifade ettiği için kendisine “Nadja” adı seçen çünkü kendisi, Nadja, aslında sadece bir başlangıç olan hayalet kadın. Yazılan en garip aşk hikayelerinden birisi olan Nadja, bizi rüya ile gerçeğin birbirine karıştığı ve bunların gerçekten olup olmadığını merak ettiğimiz o sınır bölgesine götürüyor -bir kadına duyulan bu hayranlık, Paris sokaklarına duyulan bu hayranlık.-
Çoğu zaman Nadja’nın insan mı, olay mı yoksa Surrealist şehrin kendisine yönelik metafor mu ya da sadece Breton'un bereketli ve bazen ateşli hayal gücünün ürünü, bilinçsiz bir istek imgesi olup olmadığını anlayamayız. Belki de bunların hepsidir. “Gerçek Nadja kim?” yazmıştı Breton. "Bana Fontainebleau ormanında bir arkeologla birlikte bütün gece dolaştığını ve gün ışığında bulmak için bolca zaman olduğunu söyleyen kişi... Yani, gerçek Nadja, sokaklarda olmaktan, onun için geçerli deneyimin tek bölgesi olan sokaklarda olmaktan hoşlanan, her zaman ilham veren bir yaratık mıdır?"
Bütün bu sorulara rağmen o kadın gerçekti. Nadja gerçekten var oldu, yirmili yaşlarında, yarı yoksul, yalnız, büyüleyici bir varlıktı, belki biraz da deli bir kadındı. Belki de kendisi için yeterince dolu olmayan bir dünya tarafından delirtilmişti; geleneksel görünüşlerden, geleneksel takdir yetkilerinden, geleneksel davranışlardan uzak, kendi kafasının içinde, kendi hayal gücünün içinde "özel bir komplo" kurup duran bir kadındı bu, dedi Breton. Nadja'nın duyularında hiçbir şey bayağı görünmüyordu.
Kuzey Fransa'daki Lille metropolüne bağlı ve ilginç isme sahip Saint-André’daki bir komünden gelen Nadja'nın gerçek adı Léona Delcourt'tu ve 1902'de doğmuştu. 1919'da, on yedi yaşındayken, Büyük Savaş'tan sonra da birlikte kaldığı İngiliz askeriyle bir ilişkisi olmuştu ve bu ilişkinin sonucu olarak Léona'nın gayri meşru kızı Marthe doğmuştu. 1920’deki bu doğum skandal oldu; Leona ailesini etrafa karşı utandırmak istemediği için hemen Paris’e kaçtı ve bebek Marthe’yi büyükbaba veya büyükannesine bıraktı. Anne kendini bir şekilde korumalıydı. Leona artık onun geçmişiydi. Onun yeni geleceği sadece Nadja’ydı, yeni başlangıcıydı.
Lise diploması olmayan, maddi olanakları kısıtlı, sağlığı zayıf (astım hastasıydı) ve gelecek vaat etmeyen Nadja, Montmartre'daki Becquerel Sokağı'ndaki Hotel Becquerel'de kiralık, bakımsız bir odada yaşıyordu. Gerçekleştiremediği hayali ise moda sektöründe çalışmaktı. Tiyatrodan gelen iş teklifini aşağılama seviyesinde düşük maaşından ötürü reddetti. Onun yerine kafelerde oturur, genelde mektuplar yazar, sokaklarda gezer ve arada sırada sinemaya giderdi; bir süre ona destek olan yaşlı erkek bir “hayırsever”i vardı. Nadja, bir keresinde Lahey'den aldığı iki kilo kokaini çantasında ve şapkasında taşıdığı gerekçesiyle Gare du Nord'da tutuklanmıştı. Hiçbir zaman bağımlı olmamıştı ya da gerçek bir uyuşturucu pazarlaması yapmamıştı, bu riski sadece para kazanmak için almıştı. Yine de o zamanlar, polisler için psikolojik yönden sorunlar yaşayan genç bir kadın olduğu apaçık ortadaydı. 18. bölge polis karakolunda sorgulanan kadın, daha sonra herhangi bir suçlama yöneltilmeden serbest bırakıldı. (Nadja'nın varlığına dair az sayıdaki yazılı kayıtlardan biri olan -resmi olarak hala "Léona Delcourt" olarak anılan- 21 Mart 1927 tarihli polis raporudur.) Nadja ve Breton birbirlerini ilk kez, bir önceki sonbaharda, kasvetli ve boş bir öğleden sonranın geç saatlerinde sokakta görmüşlerdi.
Nadja’da bu karşılaşma 4 Ekim 1926 olarak kaydedilmiş. Ancak Nadja’nın Breton’a mektuplarında, bu mektuplardan yaklaşık bir düzine kadarı Breton Arşivi'nin bir parçası olarak güzelce muhafaza edilmiş, karşılaşmanın aslında 7 Ekim’de gerçekleşmiş olabileceği yazılıydı. Bu kadar titiz bir adam olan Breton neden 4 Ekim demişti? Ve yine neden, Nadja'nın bir diğer mektubunda (27 Ocak 1927), karşılaşmanın gerçekleştiği yerin Saint-Georges metro istasyonunun girişinin yakınında, Rue Lafayette'ten yaklaşık bir mil uzakta olduğunu yazmış olmasına rağmen, Breton karşılaşmanın Rue Lafayette boyunca olduğunu söylemişti? Belki de yanlış hatırlayan Nadja’ydı? Hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ancak Breton, onların bir araya gelişini şu unutulmaz sözlerle anlatıyor:
Humanité kitabevinin [rue Lafayette’deki] dışındaki tezgâhta birkaç dakika durup Troçki'nin son eserini satın aldıktan sonra, amaçsızca Opéra'ya doğru yürümeye devam ettim. Ofisler ve atölyeler boşalmaya başlıyordu ve kaldırımdaki insanların elleri titriyordu, şimdiden cadde kalabalıklaşmıştı. Bilinçsizce insanların yüzlerini, kıyafetlerini ve nasıl yürüdüklerini izledim. Hayır, henüz Devrimi yaratmaya hazır olan insanlar bunlar değildi. Adını bilmediğim caddeden karşıdaki kilisenin önüne geçtim. Birden, belki de hala on adım ilerde olan genç, yoksulca giyinmiş kadının bana doğru yürüdüğünü gördüm, o da beni fark etti ya da beni birkaç dakikadır izliyordu. Kaldırımdaki diğer insanların aksine başını dik tutuyordu. Ve o kadar narin görünüyordu ki yürürken neredeyse yere değmiyordu. Yüzünü hafif bir gülümseme kaplamış olabilirdi. Kadın sanki gözlerinden başlamış ama bitirmeye vakit bulamamış gibi tuhaf bir makyaj yapmıştı… Belki de ben daha önce hiç böyle gözlerle karşılaşmamıştım. Bir dakika bile durmadan fırladım, kabul etmeliyim ki en kötü ihtimali düşünmeme rağmen bu bilinmeyen kadınla konuştum.
Kadın da cevap verdi. Hem de beklediğimin en kötüsü değildi. Gülümsedi, diye not aldı Breton “oldukça gizemli ama bir şekilde tanıdık.” (İtalikle yazmıştı.) Kadın kuaföre gittiğini söylemişti ancak adam bunun yalan olduğunu hissetti. Gare du Nord’a yakın bir kafede durdular ve Breton “kadına daha dikkatlice süzdü.” "Bu gözlerde ne olup bitiyordu ve onları bu kadar sıra dışı kılan şey neydi?" kendi kendine merak etti. "Ne yansıtıyorlardı? Bir tür belirsiz sıkıntı ve aynı zamanda aydınlık bir gurur mu?" Garip ve çekingen bir şekilde biraz konuştular ve ertesi güne bir buluşma ayarladılar. Ayrılmak üzere olan Breton, “ona her şeyi özetleyen, muhtemelen yalnızca onun soracağı ama en azından bir kez cevabını bulmaya değer bulduğu bir soru sormak istedi: ‘Sen kimsin?’ diye sordu ve kadın, bir an bile tereddüt etmeden: ‘Ben belirsizlik içindeki ruhum’ dedi.”
Breton'un buradaki tonlamasında, Nadja'yı canlandırırken kullandığı tüm ifadelerde, Nadja’nın, Breton’un eninde sonunda yazacağını bildiği kitaptaki dokunaktaki paragraflarda büyüleyici ve centilmen bir şeyler var. “Benim hakkımda bir roman yazacaksın, Andre.” dedi kadın. “Eminim ki yazacaksın. Yazmayacağını söyleme. Dikkatli ol: her şey yıpranır, her şey yok olur. Bizlerden bir şeyler kalmalı…” Bu tarz sözleri her okuduğumda duygulanıyorum. Breton, Nadja'nın zihnine girmeye, onun ıssız alanına kendi şartlarıyla girmeye çalışırken, onun çekiciliğini, karşılıklı çekiciliklerini, geçici Sürrealist karşılaşmalarını ve sonsuza dek sürecek olayları gerçekten anlamaya çalışırken dürüst görünüyor.
Belki de bu tür karşılaşmalar günümüzdeki gerçek modern karşılaşmalar olarak sayılmalıdır. Ya da pandemik çağımızda zaten arkaik belleğimizde taşıdığımız türden karşılaşmalar mı? Bu karşılaşmalar, Sürrealistlerin "yeni ruh" adını verdiği, tümüyle kentsel bir ruhu simgeliyor, simgeleştiriyordu; erkekler ve kadınlar kamusal alanda, tesadüfen, nesnel bir şans eseri "özgürce" birbirleriyle karşılaşıyorlardı; emin olun ki bu karşılaşmalar asla eşit şartlarda olmazdı ancak bakışma karşılıklı yaşanır, size bakan kişiye bakardınız. İnsanlar kalabalığın ortasında birbirlerini izledi, birbirlerini buldu ve kaybetti. Bu bakışlar hem modern şiirin hem de modern yaşamın malzemesiydi. Nadja da Breton’a yazdığı son mektupların birinde (27 Ocak 1927), Breton’un ilk karşılaşmalarını anlattığı unutulmaz sahneyi kendi tarafından anlatmıştı; Breton için "yüzünüzde boş bir ifadeyle bakıyordunuz" demişti, kalabalığın arasından "sakin bir ihtişam hüzmesi gibi" sıyrıldığından bahsetmişti. Işık hüzmeleri sanki "saçınızın buklelerine takılıyormuş" gibiydi.
Breton, Nadja’yı yazdığında Nadja’dan 6 yaş büyüktü, tam olarak 30 yaşındaydı. Aynı neslin çocuklarıydılar, savaşlar arasındaki geçen ara dönemi yaşıyorlardı. Belki de yaklaşan kıyameti hissediyorlardı. Breton tıp eğitimini yarıda bırakmıştı; tıp, özellikle psikiyatri alanı onu büyülese de artık bu mesleği hatta hiçbir bir mesleği icra etme gibi iddiası yoktu. Breton, 1920'lerin başlarında kendini yalnızca edebiyata, sanata ve Sürrealizme adamaya karar vermişti. Sürrealizm, onun hem gündüz hem gece işiydi. Bu sebepten finansal sorunlar yaşasa da kendi inancı olan “eğer kişi çalışmak zorundaysa yaşamı manasızdır” sözlerine sadık kaldı. Her birimizin, hayatın anlamını öğrenmek için bekleme hakkı olmalı ve bu anlam -henüz benim de bulamadığım ama yolunu kendi başıma aradığım hayatın anlamı- çalışarak kazanılmaz. (İtalik yazılan kısım Breton’a ait sözlerdir.)
Breton’la ilgili diğer durum ise evli olmasıydı. Bu durumu Nadja’ya söyledi ancak Nadja önceden tahmin etmişti. Muhtemelen bu evliliğin mahvolduğunu, fiilen bittiğini fark etti. Breton, Simone Kahn ile Lüksemburg Bahçeleri'nde tanışmıştı ve 1921'de evlenmişlerdi. Eşi, 6. bölgede, Rue de l'Odéon üzerindeki ülkenin ilk kadın sahibi ve işleticisine sahip, Adrienne Monnier'in tutkusu olan kitapçı La maison des amis des livres'in müdavimiydi. Simone sanata ve avangard akıma ilgi duyuyordu ve bu nedenle Breton'la ilişkisi olması normaldi. Bilinçsiz "otomatik yazım" etrafında erken dönem Sürrealist girişimlere katılmıştı. Ancak eşi ve Breton birbirlerinden zamanla uzaklaştılar ve sonunda 1931'de boşandılar, yine de dostça ilişkilerini sürdürdüler.
Eşi, Breton’un Nadja’ya olan hislerini biliyordu ve belirli noktaya kadar bu duruma suç ortağı oldu. Nadja ile en az bir kere telefonda konuştu. Nadja, Simone’a mektup yazdı. Breton, Simone’a Nadja’yı anlattı. Nadja’yla neler yaşadığından bahsetti. Kafelerde buluştuklarını, caddelerde gezindiklerini, konuştuklarını, tartıştıklarını, sessizce oturduklarını anlattı. Breton, ilk öpüşmelerini, birlikte geçirdikleri ilk gecede tıklım tıklım bir otelde kaldıklarını, gece geç saatlerde Paris'in dışına, her yerin kapalı olduğu, yapılacak hiçbir şeyin ve kalacak hiçbir yerin olmadığı taşra semtlerine giden trenlere bindiklerini anlattı.
Breton yazdığı kitapları, hiç okumamasını ümit ederek Nadja’ya emanet etti. Bunlardan biri, 1924'te yayımlanan bir dizi denemeden oluşan Les pas perdus [Kayıp Adımlar] idi; bu, Max Ernst ve Marcel Duchamp, Lautréamont ve Jacques Vaché gibi sanatçılar ve figürler üzerine önemli bir Sürrealist açılış gambiti, parça parça yazılardı; bazıları Philippe Soupault ve Louis Aragon ile yazılmış ortak yorumlardı -örneğin, "L'esprit nouveau"- ve ayrıca Sürrealizm'in Dada ile ilişkisine dair bir pozisyon beyanıydı. Nadja kitabın isminden etkilenip içeriğini merak etmişti. “Kayıp adımlar?” diye sordu. “Ancak böyle bir şey mümkün değil!” Oysaki kendi hayatı tam tersini işaret ediyordu: tamamen kayıp adımlarla doluydu, en azından bilerek örtbas etmek istediği geçmiş ayak izleriyle doluydu. Bu durum, gizli aşklarının gri bulutlarla kaplı olduğunun kanıtıydı. Bunu Breton'a yazdığı mektuplardanda anlıyoruz, ruh haline göre resmi ve gayriresmi, siz ve sen arasında sık sık geçiş yapardı. Nadja noktalama işaretlerine nadiren dikkat ederdi.
Mektupların çoğunun üzerinde Nadja'nın oturduğu kafelerin antetli kağıtları vardı. Gare St. Lazare'deki Café Terminus favorilerden biriydi; bir diğeri de rue Saint-Honoré üzerindeki Café de la Régence'dı; başka bir yer ise Breton'un kendi apartmanına yakın olmasına rağmen pek sevmediği Pigalle'deki Place Blanche yakınlarındaki Chez Graff’di; ironiktir ki bugün bu kafe kendi adını taşıyor: Place André Breton. Nadja’nın diğer uğrak yeri ise, 1930'ların başlarında buraya sık sık gelen ve en azından tek öğün yemek için bile olsa, tanıdıkla karşılaşmayı uman Henry Miller'ın ölümsüzleştirdiği Café Wepler, Place Clichy'di.
Tanışmalarının üzerinden birkaç gün geçtikten sonra bir mektupta (9 Ekim 1926) Nadja, Breton’a “Sana söyleyeceğim bazı şeyler var, saat 5.30 civarında rue Lafayette’deki küçük kafeye gelip beni dinle. Aramızda yanlış anlaşılma oldu. Sana açıklayacağım. Seni yine görmek istiyorum- Nadja” demişti. (O zamanlar Fransız posta servisi bugünkü e-postalar kadar hızlı mıydı? Yoksa Nadja mektubu elden mi vermişti?) Başka bir yazışmada Nadja, kırmızı rujla sayfayı öpmüş ve sayfanın arkasındaki yazının yanı sıra, dolgun dudaklarını da mektuba eklemişti: “Benim.” “YANINIZDA SAKLAYINIZ!”
Nadja da kafelerde karakalem çizimler yapar, rüyalarında gördüğü gizemli yaratıkları çizerdi; Breton'la tanışana kadar çizim yapmaya hiç hevesi yoktu. Bazı çizimleri naifti, diğerleri ise Breton’u etkileyip ve şaşırtıyordu. Her şekilde, Breton ömrünün kalan kırk yılında bu çizimlerin hepsini sakladı. “Nadja benim için muhteşem bir çiçek tasarladı.” dedi. “La fleur des amants” çiçeğiydi- Aşıkların çiçeği. Breton, “Köyde bir öğle yemeği sırasında bu çiçeği gördü ve Nadja’nın -oldukça beceriksizce- bu çiçeği üretmeye çalıştığını gördüm. Daha sonra çizimi geliştirmek ve her iki göz çiftine farklı ifadeler verebilmek için birkaç kez daha buraya geri döndü. Birlikte geçirdiğimiz zamanın esasen bu çiçeğin altına yerleştirilmesi gerekir ve bu çiçek, Nadja'ya geri kalan her şeyin anahtarını veren grafik semboldür." dedi.
Nadja, açıkça Breton’u sevdi. Breton, onun “Aziz Andre’si,” “Aslan Kralı,” kendi de önce Lionne sonra Leona olarak adlandırdığı “Aslan Kraliçeydi.” Breton, Nadja’yı derinden seviyordu. Buna rağmen onun hakkında yazarken 1926 sonu/1927 başı gibi, o kadar kısa bir zaman diliminde başlarına gelenleri hatırladığında, onu gerçekten, derinden, delice sevmediğini biliyordu. Böyle bir şeyi nasıl bilebilirdi?
“Aydınlanmayı bugüne kadar yaşamamıştım.” Nadja'nın kapanış sahnelerinde derin düşüncelere dalmıştı. Versay'daki gezilerinden Paris'e dönerken birlikte araba yolculuğu yapıyorlardı. Nadja yanındaydı. Aniden, hiçbir uyarıda bulunmadan ayağını onun ayağına, gaz pedalına doğru bastırdı ve elleriyle gözlerini örtmeye çalıştıç çünkü "bitmeyen bir öpücüğün unutuşuyla, bizi şüphesiz sonsuza dek söndürmek istiyordu."
Yol boyunca uzanan muhteşem ağaçlardan birine tam hızla çarpabilirlerdi, çılgın bir aşk sınavında, iki aşığın şiirsel bir intihar paktıyla muhteşem bir şekilde birlikte son vermeye karar vermesi gibi. Ancak Breton bu arzuya boyun eğmemişti ve tam o sırada Nadja'ya karşı gerçekte ne hissettiği, belki de her zaman hissettiği şeyler yüzeye çıkmıştı.
Nadja, onun için bir aşk kavramıydı, bir soyutlamaydı. Kadın fare miydi, pislik miydi, Nadja’yı bu yola mı sürüklüyordu, onu edebi bir malzeme olarak mı kullanıyordu? Belki de öyle yapıyordu. Çünkü aslında onu entelektüel olarak, bir tür metafizik olarak seviyordu. 8 Kasım 1926'da Breton karısı Simone'a, kendini açıklayan, genellikle gizemli bir şekilde, ona ve belki de kendisine, aşk denen şeyin ne olabileceğini ana hatlarıyla açıklayan bir mektup yazdı: "Onu sevmiyorum" dedi. “O sadece sevdiğim her şeyi ve sevme şeklimi bana sorgulatma yeteneğine sahip.”
Nadja, Breton'u Sürrealizmin büyücüsü olarak konumlandırdı; büyüleyici kitabı Sürrealist aşk karşılaşmasının çıtasını yükseltti ve nesnel şansın bu karşılaşmayı nasıl garantileyebileceğini gösterdi. Karşılaşmalar vurucudur. Bazen vurur. Hatta meteor gibi çarpar. Aniden alevler içinde kalan sağanak yağmur gibidir. Acaba günümüzde, pandemi sonrası bu zamanlarda, bir daha hiç vuracak mı?