Gerçeği Yazmak - Beş Zorluk / Bertolt Brecht (1935)

Çeviri: Volkan Kahyalar

Günümüzde yalanlara ve cehalete karşı durmak ve gerçeği yazmak isteyen herkesin en az beş zorluğun üstesinden gelmesi gerekir.

Her şeyin gerçeğe karşı olduğu bir ortamda gerçeği yazma cesaretine, her yerde gizlenmiş olan gerçeği ayırt etme keskinliğine, gerçeği bir silah gibi kullanabilme ustalığına, gerçeğin etkili olacağı elleri seçme sağduyusuna ve bu kişilerin arasında gerçeği yayabilecek kurnazlığa sahip olmalıdır.

Bunlar, faşizm altında yaşayan yazarlar için ürkütücü sorunlardır; ancak bu zorluklar, kaçmak zorunda kalan ya da sürgünde yaşayan yazarlar için de geçerlidir. Hatta sivil özgürlüklerin geçerli olduğu ülkelerde çalışan yazarlar için bile varlığını sürdürmektedir.

1. Gerçeği Yazma Cesareti

Yazı yazan birinin gerçeği yazması gerektiği, yani gerçeği bastırmaması, gizlememesi ya da bilerek yalan yazmaması gerektiği, ilk bakışta apaçık bir şey gibi görünür. Güçlüler karşısında eğilmemeli, zayıfları da ele vermemelidir.

Oysa güçlüler karşısında eğilmemek gerçekten zordur; zayıfları ele vermek ise çoğu zaman oldukça kârlıdır. Güç sahiplerini kızdırmak, malı mülkü elinden alınmışlardan biri hâline gelmek demektir. Yapılan bir iş karşılığında ödeme almayı reddetmek, o işi yapmaktan vazgeçmek anlamına gelebilir. Güçlüler tarafından sunulan şöhreti geri çevirmek, bu şöhretten sonsuza dek feragat etmek anlamına gelebilir.

Tüm bunlar cesaret ister.

Aşırı baskı dönemleri genellikle yüce ve yüksek idealler üzerine çokça söz edilen zamanlardır. Böyle dönemlerde, işçiler için yiyecek ve barınma gibi “aşağı” ve “adi” meseleleri yazmak cesaret ister; herkes fedakârlığın yaşamsal önemi hakkında nutuk çekerken, bu konuları dile getirmek cesaret ister.

Tüm övgüler köylülere yağdırılırken, onların onurlu emeğini hafifletecek makinelerden ve kaliteli yemlerden söz etmek cesaret ister. Her radyo istasyonu eğitimsiz bir insanın eğitimli birinden daha iyi olduğunu haykırırken, “Kimin için daha iyi?” diye sormak cesaret ister. Herkes kusursuz ve kusurlu ırklardan söz ederken, aslında sakatlıkların açlıktan, cehaletten ve savaştan kaynaklanıp kaynaklanmadığını sormak cesaret ister.

Kişinin kendisi hakkında, kendi yenilgisi hakkında gerçeği söylemesi de cesaret ister. Zulme uğrayanların birçoğu kendi hatalarını görme yetisini kaybeder. Onlara göre, zulmün kendisi zaten en büyük adaletsizliktir. Zulmedenler sadece zulmettikleri için kötüdür; zulme uğrayanlar ise sırf iyiliklerinden dolayı acı çeker. Oysa bu iyilik yenilmiş, bastırılmış, ezilmiştir; demek ki bu, zayıf bir iyilikti — kötü, savunmasız, güvenilmez bir iyilikti.

Çünkü iyiliğin yağmur gibi zorunlu olarak zayıf olması gerektiğini kabul etmek olmaz. Cesaret ister, “İyiler, iyi oldukları için değil, zayıf oldukları için yenildiler” diyebilmek.

Doğal olarak, yalanla mücadelede gerçeği yazmalıyız ve bu gerçek, yüce ve muğlak bir genelleme olmamalıdır. Bir kişi için “O, gerçeği söyledi” denildiğinde, bu ifade; bazı insanların, hatta belki pek çok insanın —en azından bir kişinin— gerçek olmayan bir şey söylediği anlamına gelir: bir yalan ya da bir genelleme. Ama o kişi gerçeği söylemiştir; pratik, somut, inkâr edilemez, doğrudan konuya dair bir şey ifade etmiştir.

Dünyanın hâlâ şikâyet etmeye izin verdiği bir köşesinde, dünyanın kötülüğü ya da barbarlığın zaferi hakkında genel geçer yakınmalar mırıldanmak ya da insan ruhunun kaçınılmaz zaferini cesurca haykırmak için pek de cesaret gerekmez. Topa tutulduğunu sanan ama gerçekte üzerine çevrilen yalnızca bir opera dürbünü olan pek çok kişi vardır. Taleplerini, sadece dostlardan ve zararsız insanlardan oluşan bir dünyaya yöneltirler. Hiçbir zaman uğruna çabalamadıkları genelleştirilmiş bir adaleti savunurlar; geçmişte zaten keyfini sürdükleri ganimetten şimdi de pay isterler.

Onlara göre gerçek, sadece kulağa hoş gelen şeydir. Eğer gerçek istatistiksel, kuru ya da salt olgusal bir şeyse —yani bulunması zor, çalışma gerektiren bir şeyse— onu “gerçek” olarak tanımazlar; çünkü sarhoş etmez. Onlar yalnızca bir “gerçek söyleyen”in dış görünüşüne sahiptir.

Ama asıl mesele şudur:

Gerçeği bilmezler.

2. Gerçeği Tanıma Keskinliği

Gerçeği yazmak zordur çünkü gerçek her yerde bastırılır; bu nedenle, çoğu insan için gerçeğin yazılıp yazılmaması bir karakter meselesi gibi görünür. Onlar sadece cesaretin yeterli olduğuna inanırlar. Oysa ikinci engeli unuturlar: gerçeği bulmanın zorluğu. Gerçeğin kolayca saptanabileceğini iddia etmek mümkün değildir.

Her şeyden önce, hangi gerçeğin anlatılmaya değer olduğunu belirlemekte zorluk çekeriz. Örneğin, tüm dünyanın gözleri önünde, büyük ve uygar uluslardan biri diğerinin ardından barbarlığa sürüklenmektedir. Üstelik herkes bilir ki, en korkunç yöntemlerle yürütülen bu iç savaş, her an bir dış savaşa dönüşebilir ve bu da kıtamızı bir harabe yığınına çevirebilir. Bu, kuşkusuz bir gerçektir, fakat başka gerçekler de vardır. Örneğin, sandalyelerin oturacak yerleri olduğu ya da yağmurun aşağıya doğru yağdığı da doğru değil midir? Pek çok şair, bu türden gerçekleri yazar. Onlar, batmakta olan bir geminin duvarlarını natürmortlarla süsleyen bir ressama benzerler.

İlk engel onları rahatsız etmez ve vicdanları sakindir. İktidardakiler onları yozlaştıramaz, ama mazlumların çığlıkları da onları sarsmaz; resim yapmaya devam ederler. Bu davranışlarının anlamsızlığı onlarda “derin” bir karamsarlık yaratır; bu karamsarlığı da iyi paralara satarlar. Oysa böyle bir karamsarlık, bu ustaları ve satışlarını gözlemleyen birine daha çok yakışırdı. Üstelik onların anlattığı gerçeklerin aslında sandalyeler ya da yağmur hakkında olduğunu kavramak kolay değildir; söyledikleri genellikle önemli şeylerle ilgiliymiş gibi gelir kulağa. Ama daha yakından incelendiğinde, sadece şunu söyledikleri anlaşılır: “Sandalye sandalyedir” ve “Hiç kimse yağmurun aşağıya düşmesini engelleyemez.

Yazılmaya değer gerçekleri keşfedemezler. Öte yandan, yalnızca en acil görevlerle uğraşan, yoksulluğu göze alan, yöneticilerden korkmayan ama yine de gerçeği bulamayan bazı insanlar da vardır. Bu kişiler bilgi eksikliği çeker. Eski hurafelerle doludurlar; bir zamanlar güzel sözlerle ifade edilmiş, artık geçerliliğini yitirmiş önyargılara sahiptirler. Dünya onlar için fazlasıyla karmaşıktır; olguları bilmezler, ilişkileri kavrayamazlar.

Bununla birlikte, yalnızca yaradılış değil, öğrenilebilir bilgi ve öğrenilebilecek yöntemler de gereklidir. Bu şaşkınlık ve hızla değişen çağda yazarlık yapan herkesin, ekonomi ve tarihin maddi diyalektiği üzerine bilgi sahibi olması gerekir. Bu bilgi, yeterli özen gösterilirse, kitaplardan ve pratik eğitimlerden edinilebilir. Daha basit yollarla da, en azından bazı gerçek parçaları ya da gerçeklere götüren olgular keşfedilebilir.

Sorgulamada yöntem iyi bir şeydir ama yöntem kullanmadan da, hatta sorgulama olmaksızın bile keşif yapılabilir. Fakat böylesine rastgele bir yolla, insanları bu sunulan gerçekler doğrultusunda harekete geçirecek bir gerçek anlatımına ulaşılamaz. Sadece küçük olguları kaydeden kişiler, dünyanın işlerini kolayca kontrol edilebilecek şekilde düzenleyemezler. Oysa gerçeğin tek işlevi budur; bundan başka bir işlevi yoktur. Bu tür insanlar, kendilerinden beklenen görevi—gerçeği yazma görevini—yerine getiremezler.

Bir kişi gerçeği yazmaya hazırsa ve onu tanıyabilecek durumdaysa, geriye üç zorluk daha kalır.

3. Gerçeği Bir Silah Olarak Kullanma Yeteneneği

Gerçek, eylem alanında doğuracağı sonuçlar göz önünde bulundurularak söylenmelidir. Hiçbir sonuç doğurmayan ya da yanlış sonuçlar doğuran bir gerçeğe örnek olarak, bir dizi ülkede barbarlık sonucu kötü koşulların hâkim olduğu yaygın görüşünü verebiliriz. Bu görüşte, faşizm, bazı ülkelere doğal bir olgu gibi, doğanın temel gücüyle inmiş bir barbarlık dalgası olarak görülmektedir.

Bu görüşe göre, faşizm, kapitalizm ve sosyalizmin yanında (ve üzerinde) yeni, üçüncü bir güçtür; yalnızca sosyalist hareket değil, kapitalizm de faşizmin müdahalesi olmadan varlığını sürdürebilirdi. Bu, elbette, bir faşist iddiadır; buna katılmak, faşizme teslim olmak demektir. Faşizm, kapitalizmin tarihsel bir aşamasıdır; bu anlamda hem yeni hem de eski bir şeydir. Faşist ülkelerde kapitalizm varlığını sürdürür, ancak yalnızca faşizm biçiminde; ve faşizm, kapitalizm olarak, kapitalizmin en çıplak, en utanmaz, en baskıcı ve en hain biçimi olarak mücadele edilebilir.

Ama birisi, faşizmin ortaya çıkmasına sebep olan kapitalizme karşı çıkmaya istekli olmadığı sürece, faşizm hakkında nasıl doğruyu söyleyebilir? Böyle bir gerçeğin pratik sonuçları ne olacaktır?

Faşizme karşı olup kapitalizme karşı olmayan, barbarlıktan çıkan barbarlık hakkında yakınanlar, buzağının kesilmeden yediğini isteyen insanlara benzerler. Buzağını yemeye istekli olurlar, ancak kanın görünüşünden hoşlanmazlar. Kasabın etini tartmadan önce ellerini yıkaması onlar için yeterlidir. Barbarlığa yol açan mülkiyet ilişkilerine karşı değillerdir; sadece barbarlığa karşıdırlar. Barbarlığa karşı seslerini yükseltirler ve bunu, tıpkı aynı mülkiyet ilişkilerinin hüküm sürdüğü, ancak kasapların et tartmadan önce ellerini yıkadığı ülkelerde yaparlar.

Barbarca önlemler hakkında yükselen çığlıklar, dinleyiciler bu tür önlemlerin kendi ülkelerinde söz konusu olmadığını düşündükçe etkili olabilir. Bazı ülkeler, diğer ülkelerde kullanılan yöntemlerden daha az şiddetli görünen yöntemlerle mülkiyet ilişkilerini sürdürebilirler. Demokrasi bu ülkelerde, başkalarında şiddetle sağlanması gereken sonuçları elde etmek için hala hizmet etmektedir, yani üretim araçlarının özel mülkiyetini garanti altına almak için. Fabrikaların, madenlerin ve arazilerin özel tekeli her yerde barbarca koşullar yaratır, ancak bazı yerlerde bu koşullar göze o kadar çarpmaz. Barbarlık, ancak tekelleşme yalnızca açık şiddetle korunabiliyor olduğunda göze çarpar.

Bazı ülkeler, barbarca tekelciliklerini anayasal bir devletin resmi garantilerinden ve sanat, felsefe, edebiyat gibi zevklerden feragat etmeden savunma ihtiyacı hissetmedikleri için, bu zevklerin orada yasaklanmış olduğu için kendi topraklarını kötüleyen ziyaretçilere özellikle istekle kulak verirler. Onlar, duyduklarından gelecekteki savaşlarda fayda sağlama umudu taşır. Bu durumda, örneğin “şimdi Almanya, bu çağın gerçek kötülüğünün yuvası, cehennemin ortağı, Deccal’in ikametgahı olduğu için, Almanya'ya karşı amansız bir mücadele verilmesini” yüksek sesle talep eden gerçeği tanımışlar mıdır? Daha çok şunu söylemeliyiz ki, bunlar aptal ve tehlikeli insanlardır. Çünkü bu saçmalıkların sonucunda şu çıkarılmalıdır: Zehirli gazlar ve bombalar suçluyu seçmediği için Almanya yok edilmelidir—bütün ülke ve tüm halkıyla birlikte.

Gerçeği bilmeyen kişi, kendini yüksek, genel ve belirsiz terimlerle ifade eder. “Alman”dan bahseder, kötülükten şikayet eder ve onu duyan kimse ne yapması gerektiğini anlayamaz. Alman olmamaya mı karar verecek? Cehennem, kendisi iyi olursa yok olur mu? Barbarlıktan çıkan barbarlık hakkındaki saçma konuşmalar da bu türdendir. Barbarlığın kaynağı barbarlıktır ve kültürle, yani eğitimle mücadele edilir. Bütün bunlar genel terimlerle ifade edilir; bir eylem kılavuzu olmayı amaçlamaz ve gerçekte kimseye hitap etmez.

Böylesi belirsiz tanımlar, sadece nedenler zincirindeki birkaç halkayı işaret eder. Bu karartıcı anlatımlar, felakete yol açan gerçek güçleri gizler. Konuya ışık tutulduğunda hemen anlaşılır ki, felaketler belirli insanlar tarafından yaratılmaktadır. Çünkü biz, insanın kaderinin insanlar tarafından belirlendiği bir zamanda yaşıyoruz.

Faşizm, “insan doğası” açısından basitçe anlaşılabilecek bir doğal felaket değildir. Ancak doğal felaketlerle karşılaştığımızda bile, bunları insanın mücadele ruhuna hitap eden bir şekilde tasvir etmenin yolları vardır.

Büyük bir deprem sonrası Yokohama'yı tahrip eden bir felaketten sonra, birçok Amerikan dergisi, yıkıntı yığını gösteren fotoğraflar yayınladı. Başlıklar şöyleydi: ÇELİK AYAKTA KALDI. Ve gerçekten de, ilk bakışta sadece yıkıntılar görülebilse de, başlık dikkate alındığında göz, birkaç yüksek binanın ayakta kaldığını hızla fark ediyordu. Bir depreme ilişkin verilebilecek pek çok açıklama arasında, inşaat mühendislerinin yer hareketleri, gerilme kuvvetleri, en iyi gelişmiş yapılar vb. konusundaki açıklamaları en önemli olanlardır, çünkü bunlar gelecekteki yapıları depremlere karşı dayanıklı kılacak olan açıklamalardır.

Eğer birisi Faşizm ve savaşı, doğal felaketler olmayan büyük felaketler olarak tanımlamak isterse, bunu pratik bir gerçeğe dayalı olarak yapmalıdır. Bu felaketlerin, üretim araçlarına sahip olmayan geniş işçi sınıflarını kontrol altına almak için sahip sınıflar tarafından başlatıldığını göstermelidir.

Eğer birisi kötü koşullar hakkında doğruyu başarılı bir şekilde yazmak isterse, bunu, önlenebilir nedenlerin tanımlanabileceği şekilde yazmalıdır. Eğer önlenebilir nedenler tanımlanabilirse, kötü koşullarla mücadele edilebilir.

4. Gerçeğin Etkili Olacağı Kişileri Seçme Yargısı

Eleştirel ve betimleyici yazının yüz yıllık alışkanlığı ve yazarın yazdıklarının hedefi konusunda kaygıdan muaf tutulması, ona yanlış bir izlenim kazandırmıştır. Yazar, yazdığı her şeyin, onun müşteri ya da işvereni olan aracılar tarafından herkese ulaştırıldığını sanır. Yazar şöyle düşünür: Konuştum ve duymak isteyenler beni duyacak. Oysa gerçekte, o konuşmuş ve onu duyabilenler, yani ödeme yapabilenler onu duyuyor. Bu konuda hala çok az şey söylenmiş olsa da, ben sadece “birisi için yazmak”ın, sadece “yazmak”a dönüşmüş olduğunu vurgulamak istiyorum. Ama gerçek sadece yazılamaz; birisi için yazılmalıdır, ve o kişi, yazılanla bir şey yapabilecek olandır. Gerçeği tanıma süreci, yazarlar ve okuyucular için aynıdır. İyi şeyler söylemek için kulağınızın iyi olması ve iyi şeyler duymanız gerekir. Gerçek, kasıtlı bir şekilde söylenmeli ve kasıtlı bir şekilde dinlenmelidir. Biz yazarlar için ise, gerçeği kime söylediğimiz ve kimlerin bize söylediği çok önemlidir.

Kötü koşullar hakkında gerçeği, bu koşulların en kötü olduğu kişilere söylemeliyiz ve onlardan da gerçeği öğrenmeliyiz. Sadece belirli görüşlere sahip olan insanlara değil, aynı zamanda durumları nedeniyle bu görüşlere sahip olmaları gereken insanlara hitap etmeliyiz. Ve bu dinleyici kitlesi sürekli değişir. Asıl işin sona erdiği veya işin tehlikeli hale geldiği zaman, cellatlara bile hitap edilebilir. Bavarya köylüleri her türlü devrime karşıydı, ancak savaş çok uzun sürdü ve evlerine dönen oğulları çiftliklerinde yer bulamayınca, onları devrime kazandırmak mümkün oldu.

Yazar için gerçeğin doğru notasını yakalamak önemlidir. Genellikle duyduğumuz şey, uçuza zararı dokunmayan, son derece nazik ve hüzünlü bir tondur. Bunu duyanlar, sefalet içinde daha da sefil olurlar. Bu tınıyı kullananlar düşman olmayabilir, ancak kesinlikle müttefik de değillerdir. Gerçek savaşçıdır; sadece yalana karşı değil, aynı zamanda yalanı yayan özel insanlara karşı da saldırır.

Gerçeği yaymak için gereken kurnazlık, genellikle gerçeği bulmak için gereken cesarete sahip olduklarından gururlanan, onu buldukları için mutlu olan, belki de onu uygulanabilir bir forma sokmak için gereken emeği harcayan ve ilgilendikleri kişilerin bu gerçeği kavramalarını sabırsızlıkla bekleyen birçok insan tarafından gereksiz görülür. Bu nedenle, çoğu zaman çalışmalarının tüm etkinliğini feda ederler. Her zaman, gerçeğin bastırıldığı veya gizlendiği durumlarda gerçeği yaymak için kurnazlık kullanılmıştır. Konfüçyüs, eski, vatansever bir tarihi takvimi sahteleştirmiştir. Bazı kelimeleri değiştirmiştir. Takvimde "Hun hükümdarı, filozof Wan'ı şunları söylediği için öldürtmüştü" yazıyorsa, Konfüçyüs "öldürmek" yerine "katledildi" yazmıştır. Eğer takvimde "şu ve bu zalim suikastla ölmüştü" deniyorsa, "suikastla" yerine "idam edildi" yazmıştır. Bu şekilde Konfüçyüs, tarihin yeni bir yorumuna kapı açmıştır.

Zamanımızda, "insanlar" veya "ırk" yerine "nüfus", "toprak" yerine "özel mülkiyet arazisi" diyen herkes, bu basit eylemiyle büyük bir yalanlar yığınından desteğini geri çekmiş olur. Bu kelimelerden çürük, mistik anlamlarını alıp götürmektedir. "Halk" (Volk) kelimesi belirli bir birlik ve ortak çıkarlar anlamına gelir; bu nedenle ancak birçok halktan bahsederken kullanılmalıdır, çünkü yalnızca o zaman çıkar birliği gibi bir şey düşünülebilir. Verilen bir bölgenin nüfusu birçok farklı hatta karşıt çıkarları barındırabilir—ve bu, bastırılan bir gerçektir. Aynı şekilde, toprak hakkında konuşan ve ekilmiş tarlaların burun ve gözler üzerindeki etkisini canlı bir şekilde tarif eden, toprak kokusu ve rengini vurgulayan kişi, yöneticilerin yalanlarını desteklemektedir. Çünkü toprak verimliliği mesele değildir, ne insanların toprağa olan sevgisi ne de onu işlemedeki emekleri; asıl önemli olan buğdayın fiyatı ve iş gücünün fiyatıdır. Topraktan kâr elde edenlerle, ondan buğday çıkaranlar aynı kişiler değildir ve tarlanın sürülmüş toprağının kokusu, ürün borsalarında bilinmez. Oradaki kokular tamamen farklıdır. "Özel mülkiyet arazisi" doğru bir ifadedir; bu, yanıltmaya daha az fırsat tanır.

Baskı altında olan bir toplumda, "itaat" kelimesi "disiplin" yerine kullanılmalıdır, çünkü disiplin kendi kendine uygulanabilir ve bu yüzden itaati eksik olan bir karakterde, disiplinin nobel bir yönü vardır. Onurun yerine ise insan onuru daha iyi bir kelimedir; çünkü bu, bireyi akılda tutmaya eğilimlidir. Hepimiz çok iyi biliriz ki, bir halkın onurunu savunmaya kalkışan ne tür alçakların ortaya çıktığını. Ve nasıl cömertçe, onları besleyen açlara onurlarını dağıttıklarını. Konfüçyüs’ün türündeki kurnazlık bugün de geçerlidir. Thomas More, "Ütopya"sında adil koşulların egemen olduğu bir ülke tarif etmiştir. Bu ülke, onun yaşadığı İngiltere’den çok farklıydı, ama yaşam koşulları hariç, o İngiltere’ye çok benzeyen bir yerdi.

Lenin, Sahalin Adası'ndaki sömürü ve baskıyı anlatmak istiyordu, ancak Çarlık polisinden sakınması gerekiyordu. Bu yüzden Rusya yerine Japonya’yı, Sahalin yerine Kore’yi koydu. Japon burjuvazisinin yöntemleri, tüm okurlarına Rus burjuvazisini ve Sahalin’i hatırlattı, ancak broşür suçlanmadı çünkü Rusya Japonya’ya düşmandı. Almanya hakkında Almanya’da söylenemeyecek birçok şey, Avusturya hakkında söylenebilir.

Kuşkulu bir devleti aldatmak için birçok kurnazca yöntem vardır.

Voltaire, mucizelere dair Kilise doktrinini, Orléans Bakiresi hakkında yazdığı zarif bir şiirle eleştirdi. Jeanne d’Arc’ın bir erkek ordusunun, aristokratlardan oluşan bir mahkemenin ve keşişlerden oluşan bir kalabalığın ortasında bakire kalabilmesi için şüphesiz gerçekleşmiş olması gereken mucizeleri anlattı. Üslubunun zarafeti ve iktidar sınıfının lüks yaşamını karakterize eden erotik maceraları tasvir etmesi sayesinde, bu yaşam tarzını sürdürmelerine olanak tanıyan dine gölge düşürdü. Eserlerinin, yasa dışı yollarla da olsa, ulaşmaları gereken kişilere ulaşmasını sağladı. Okurları arasında iktidarda olanlar, bu yazıların yayılmasını ya destekledi ya da göz yumdu. Bunu yaparak, kendi zevklerini koruyan polis güçlerine verdikleri desteği geri çekmiş oldular. Bir başka örnek: Büyük Lucretius, Epiküryen ateizmin yayılmasına en çok katkıda bulunan unsurlardan birinin, şiirlerinin güzelliği olduğunu özellikle belirtir.

Gerçekten de, belirli bir ifadenin edebi düzeyinin yüksek olması, ona bir tür koruma sağlayabilir. Ancak, çoğu zaman bu durum şüphe de uyandırır. Böyle durumlarda, bu düzeyi bilerek düşürmek gerekebilir. Örneğin, kötü koşulların tasvirleri, küçük görülen bir polisiye hikâyesi biçimine fark ettirmeden sızdırıldığında bu olur. Bu tür tasvirler, bir polisiye hikâyeyi haklı çıkarabilir. Büyük Shakespeare, çok daha önemsiz nedenlerle eserinin düzeyini bilerek düşürmüştür. Coriolanus’un annesinin, oğlunun memleketine doğru yola çıktığı sahnede, Shakespeare bilerek annenin oğluna yönelik konuşmasını zayıf yapar. Çünkü Coriolanus’un planını iyi nedenlerle terk etmesi Shakespeare için uygun olmazdı; onun eski alışkanlıklarına bağlı kalarak, belli bir isteksizlikle boyun eğmesi gerekiyordu.

Shakespeare, gerçeğin yayılmasında kullanılan kurnazlığın bir örneğini de sunar: Bu, Antonius’un Sezar’ın naaşı başında yaptığı konuşmadır. Antonius sürekli olarak Brutus’un “onurlu bir adam” olduğunu vurgular, ancak aynı zamanda yapılan eylemi de tasvir eder ve bu eylemin tasviri, eylemi gerçekleştiren kişinin tasvirinden çok daha etkileyicidir. Hatip böylece, kendisini olguların etkisine bırakır; onların kendi başlarına konuşmalarına izin verir.

Dört bin yıl önce yaşamış bir Mısırlı şair de benzer bir yöntem kullanmıştı. Bu, büyük sınıf mücadelelerinin yaşandığı bir dönemdi. O zamana kadar hüküm süren sınıf, şimdiye kadar kendisine hizmet etmiş olan nüfus kesimine karşı kendini güçlükle savunuyordu. Şiirde, hükümdarın sarayında bilge bir adam belirir ve iç düşmana karşı mücadele çağrısında bulunur. Alt sınıfların ayaklanmasından doğan kargaşaları uzun ve etkileyici bir şekilde tasvir eder. Bu tasvir şu şekilde okunur:

Durum budur: soylular yas tutar, hizmetkârlar sevinç içindedir. Her şehir şöyle der: Güçlüleri aramızdan çıkaralım. Makamlar kırılıp parçalanmıştır, belgeler alınıp götürülmüştür. Köleler efendi olmaktadır.

Durum budur: soylu bir adamın oğlu artık tanınamaz hale gelmiştir. Hanımın çocuğu, cariyesinin oğlu olmuştur.

Durum budur: şehirli yurttaşlar değirmen taşlarına bağlanmıştır. Hiç gün ışığı görmemiş olanlar şimdi dışarı çıkıp ışığa kavuşmuştur.

Durum budur: abanozdan yapılmış sadaka kutuları parçalanmaktadır; asil akasya ağacından yapılmış eşyalar yataklara dönüştürülmektedir.

Bakın, başkent bir saat içinde çökmüştür.

Bakın, ülkenin yoksulları şimdi zengin olmuştur.

Bakın, ekmeği olmayan şimdi ambar sahibidir; ambarı, başkasının mallarıyla doludur.

Bakın, insanın yemeğini yiyebilmesi ne büyük bir mutluluktur.

Bakın, buğdayı olmayan şimdi tahıl ambarlarına sahiptir; eskiden başkalarının verdiği buğdayı kabul edenler şimdi onu başkalarına dağıtmaktadır.

Bakın, boyunduruğu olmayan şimdi sığır sürülerine sahiptir; yük hayvanı bulamayan şimdi iri baş hayvan sürülerine sahiptir.

Bakın, kendine bir kulübe bile yapamayan şimdi dört sağlam duvara sahip.

Bakın, vezirler şimdi ambarlarda sığınacak yer arıyor; daha önce ancak surların üstünde yatmasına izin verilen kişi şimdi bir yatağa sahip.

Bakın, kendine bir kayık bile yapamayan şimdi gemilere sahip; ancak gemilerin sahibi onlara baktığında artık kendisine ait olmadıklarını görüyor.

Bakın, giysileri olanlar şimdi paçavralar içinde, kendine hiç dokuma yapmamış olan ise en güzel keten kumaşlara sahip.

Zengin adam susuzluktan yatağa giriyor, ona bir zamanlar artık içki için yalvaran kişi şimdi güçlü bira içiyor.

Bakın, müzikten hiç anlamayan kişi şimdi bir arp sahibi; kimsenin ona şarkı söylemediği kişi şimdi müziği överek söylüyor.

Bakın, bir zamanlar karısı olmadığı için yalnız yatan adamın artık kadınları var; eskiden yüzlerini suda seyredenler şimdi aynalara sahip.

Bakın, ülkenin en yüksek mevkilerinde olanlar artık iş bulamadan oradan oraya koşturuyor. Artık büyüklere hiçbir şey bildirilmez oldu. Bir zamanlar haberci olan kişi şimdi başkalarını haber göndermeye yolluyor...

Bakın, efendilerinin dışarı gönderdiği beş adam var. Onlar diyor ki: 'Sen kendin git, biz zaten geldik.

Ezilenler için oldukça arzu edilir gibi görünen bir tür düzensizliğin tasviri olması bakımından bu oldukça anlamlıdır. Yine de şairin niyeti açık değildir. Bu koşulları açıkça kınamaktadır, ancak bunu pek de iyi yapamamaktadır...

Jonathan Swift, ünlü broşüründe, ülkenin refaha kavuşmasının yolunun yoksulların çocuklarının öldürülüp etlerinin satılmasından geçtiğini öne sürmüştü. İktidar sınıflarının hiçbir sınır tanımamaları hâlinde ne gibi tasarruflar yapılabileceğini gösteren kesin hesaplamalar sunmuştu.

Swift masum görünmeye çalışmıştı. Yoğun bir tutkuyla ve titizlikle, aslında derinden nefret ettiği bir düşünme tarzını savunmuştu; temas ettiği mesele, bu düşünce tarzının acımasızlığını herkesin gözleri önüne seriyordu. Elbette Swift’ten daha zeki ya da en azından daha insancıl olmak mümkündü—özellikle de şimdiye kadar sahip oldukları görüşlerin mantıksal sonuçlarını hiç düşünme zahmetine girmemiş olanlar için.

Hangi alanda olursa olsun düşünmeyi teşvik eden propaganda, ezilenlerin davası için faydalıdır. Böyle bir propagandaya büyük ihtiyaç vardır. Sömürüyü destekleyen hükümetler altında düşünmek aşağılık bir şey olarak kabul edilir.

Ezilenlere hizmet eden her şey aşağılık sayılır. Yeterince yiyecek bulma derdinde olmak aşağılıktır; bir ülkenin savunucuları açken onlara sunulan onurları reddetmek aşağılıktır; liderin önderliği felakete sürüklediğinde ona dair şüphe duymak aşağılıktır; işçiyi doyurmayan işi yapmakta isteksiz olmak aşağılıktır; anlamsız eylemleri yapmaya zorlanmaya karşı çıkmak aşağılıktır; artık hiçbir ilgiyle yardım edilemeyecek bir aileye kayıtsız kalmak aşağılıktır.

Aç kalanlar, savunacak hiçbir şeyi olmayan obur kurtlar gibi aşağılanır; zalimlerine şüpheyle yaklaşanlar, kendi güçlerinden şüphe etmekle suçlanır; emeği karşılığında ücret talep edenler, tembellikle itham edilir.

Böyle hükümetler altında genel olarak düşünmek aşağılık sayılır ve itibarsızlaştırılır. Artık hiçbir yerde düşünme öğretilmez ve ortaya çıktığı her yerde düşünce baskı altına alınır.

Yine de, düşüncenin başarılarına dikkat çekmenin ceza korkusu olmadan mümkün olduğu bazı alanlar her zaman vardır. Bunlar, diktatörlüklerin düşünceye ihtiyaç duyduğu alanlardır. Örneğin, askeri bilim ve teknolojideki düşünce başarılarına atıfta bulunmak mümkündür. Yün stoklarını doğru organizasyonla uzatmak ya da yapay malzemeler icat etmek gibi konular bile düşünmeyi gerektirir. Gıdaların katkı maddeleriyle çoğaltılması, gençlerin savaşa hazırlanması—tüm bu işler düşünce gerektirir; ve bu tür konular bağlamında düşünce süreci tarif edilebilir.

Savaşın övülmesi—bu tür düşünmenin otomatik hedefi—kurnazca atlanabilir ve böylece savaşın en iyi nasıl yürütülebileceği sorusundan doğan düşünce, başka bir soruya yönlendirilebilir: savaşın bir anlamı var mı? Düşünce bu defa şu soruya da uygulanabilir: anlamsız bir savaş nasıl önlenebilir?

Doğal olarak, bu soru açıkça sorulamaz. Hal böyleyken, teşvik ettiğimiz düşünceyi kullanamaz mıyız? Yani, bu düşünce eyleme götürecek şekilde biçimlendirilemez mi? Biçimlendirilebilir.

Bir (daha büyük) nüfus kısmının, diğer (daha küçük) kısmı tarafından zulme uğratılmasının, bizim zamanımızda devam etmesi için, halkın belirli bir tutumu gereklidir ve bu tutum her alanda yayılmalıdır. Zooloji alanındaki bir keşif, tıpkı İngiliz Darwin'in yaptığı gibi, aniden sömürüyü tehlikeye atabilir. Yine de, bir süre için yalnızca Kilise alarm vermiştir; halk hiçbir gariplik fark etmemiştir. Son yıllarda fizikçilerin yaptığı araştırmalar, sömürüyü sürdüren bir dizi dogmayı tehlikeye atabilecek mantık alanındaki sonuçlara yol açmıştır. Prusya Devleti'nin filozoflarından Hegel, mantık alanındaki karmaşık incelemeleriyle, işçi devriminin klasik temsilcileri Marx ve Lenin'e paha biçilemez değer taşıyan yöntemler önermiştir. Bilimlerin gelişimi birbiriyle bağlantılıdır, ancak düzensizdir ve Devlet hiçbir zaman her şeye göz kulak olamaz. Gerçekliğin ileri karakolu, görece izlenmeyen mevzileri seçebilir.

Önemli olan, her şeyin ve sürecin geçici ve değişken yönünü araştıran türde bir düşünmenin öğretilmesidir. Hükümdarlar önemli değişimlerden büyük bir hoşnutsuzluk duyarlar. Her şeyin aynı kalmasını isterler—mümkünse bin yıl boyunca. Güneşin ve ayın hareketsiz durmasını isterler. O zaman kimse acıkmaz, kimse akşam yemeğini istemez. Hükümdarlar bir kurşun attığında, düşmanın karşılık vermemesi gerekir; son mermi onlarınki olmalıdır. Değişimi vurgulayan bir düşünme tarzı, ezilenleri cesaretlendirmek için iyi bir yoldur.

Zafer kazananlarla karşı karşıya konulabilecek başka bir fikir de, her şeyde ve her durumda bir çelişkinin ortaya çıkıp büyümesidir. Böyle bir görüş (her şeyin akıp değiştiği ve çelişkilerin bulunduğu diyalektik öğreti), bir süre için hükümetlerin dikkatinden kaçabilecek alanlarda aşılanabilir. Örneğin biyoloji veya kimyada uygulanabilir. Ama aynı şekilde bir ailenin kaderini tarif ederek de ifade edilebilir ve burada da fazla dikkat çekmesi gerekmez. Her şeyin, sürekli değişen birçok faktöre bağlı olduğu düşüncesi, diktatörler için tehlikeli bir fikir olup, bu fikir pek çok biçimde ortaya çıkabilir, ancak polise parmak basabileceği bir şey sunmaz. Bir tütün dükkanı açan bir adamın karşılaştığı tüm süreçlerin ve koşulların tam bir açıklaması, diktatörlüğe bir darbe vurabilir. Bu konuda düşünen herkes, bunun nedenini çok geçmeden görecektir. Kitleleri sefalet içinde yaşamaya zorlayan hükümetler, kitlelerin sefalet içinde hükümeti düşünmelerine karşı korunmalıdır. Böyle hükümetler, kader hakkında çok konuşurlar. Tüm sıkıntıların sorumlusu kaderdir, onlar değil. Sıkıntının kaynağını araştıran herkes, hükümetin suçlu olduğunu fark etmeden tutuklanır. Ama tüm bu kader saçmalıklarına karşı genel bir karşıtlık sunmak mümkündür; İnsanın kaderinin insanların kendisi tarafından yapıldığı gösterilebilir.

Bu yapılabilecek başka bir şeydir ve çeşitli şekillerde yapılabilir. Örneğin, bir köylü çiftliğinin hikayesi anlatılabilir—diyelim ki İzlanda'da bir çiftlik. Bütün köy, bu çiftlik üzerine asılı olan laneti konuşmaktadır. Bir köylü kadını bir kuyuya atladı; çiftlik sahibi kendini asmıştır. Bir gün, çiftçinin oğlu ile, birkaç dönüm verimli toprağa sahip bir kız arasında bir evlilik gerçekleşir. Lanet çiftlikten kalkmış gibi görünür. Köy, bu talihli olayın nedenini yargılamakta ikiye bölünür. Bazıları bunu çiftçinin genç oğlunun neşeli ruhuna, diğerleri ise genç karısının eklediği yeni tarlalara bağlar; bu tarlalar artık çiftliği geçim sağlayacak kadar büyütmüştür.

Ama sadece bir manzarayı tarif eden bir şiir bile bir şey başarabilir, eğer insanın yarattığı şeyler manzaraya dahil edilirse.

Gerçekleri yaymak için kurnazlık gereklidir.

Zamanımızın büyük gerçeği, kıtamızın barbarlığa doğru kaymakta olduğudur çünkü üretim araçlarının özel mülkiyeti, şiddetle korunmaktadır. Bu gerçeği yalnızca tanımak yeterli değildir, ancak eğer bu gerçek tanınmazsa, önemli başka hiçbir gerçek keşfedilemez. Bizim içine düşmekte olduğumuz koşulun barbarca olduğunu gösteren cesur bir şey yazmanın ne faydası vardır (ki bu doğru olsa da), eğer bu koşula nasıl düştüğümüz net bir şekilde ortaya konmazsa? Şunu söylemeliyiz ki, işkence, mülkiyet ilişkilerini korumak için kullanılmaktadır. Elbette, bunu söylediğimizde, işkenceye karşı olan, ancak mülkiyet ilişkilerinin işkence olmadan da korunabileceğini düşünen birçok dostumuzu kaybederiz; oysa bu, doğru değildir.

Biz, ülkemizdeki barbarca koşullar hakkında doğruyu söylemeliyiz ki, onları sona erdirecek şey yapılsın—yani mülkiyet ilişkilerini değiştirecek şey.

Ayrıca, bu gerçeği, mevcut mülkiyet ilişkilerinden en çok acı çeken ve bunların değişmesinde en büyük çıkarı olanlara da söylemeliyiz—işçilere ve onları müttefik olmaya ikna edebileceğimiz, çünkü onlar da gerçekten üretim araçlarına kontrol sahibi olmasalar da kâr payı alıyor olsalar bile, aynı durumda olanlara.

Ve kurnazca ilerlemeliyiz.

Bu beş zorluğun hepsi aynı anda aşılmalıdır çünkü barbarca koşullar hakkında gerçeği keşfedemeyiz, eğer onlardan acı çekenleri düşünmezsek; korkaklığın her izini atmadıkça ilerleyemeyiz; ve onlara verdiğimiz bilgiyi kullanmaya hazır olanlarla ilgili doğru durumu anlamaya çalışırken, gerçeği onlara, ellerinde bir silah olabilecek şekilde sunmamız gerektiğini göz önünde bulundurmalıyız; aynı zamanda düşmanın gerçeğimizi fark edip engellememesi için bunu öyle bir kurnazlıkla yapmalıyız.

Yazara gerçeği yazması istendiğinde gereken şey budur.


Bu blogdaki popüler yayınlar

Barbarları Beklerken'i Neden Seviyorsun?

Şiirin Politikayla Bir Meselesi Var Mıdır?

Kan ve Sözcükler - Önder Karataş