CIA Dünyanın En İyi Yazarlarını Nasıl Kandırdı? - Patrick Lawrence

Çeviri: Hüseyin Serhat Arıkan

“Geçmiş, bir yabancı ülkedir,” diye yazmıştı bilindiği gibi L. P. Hartley, Arabulucu romanının başında. Hartley’nin de kastettiği gibi, geçmiş üzüntü ve kedere konu olur, hele hele geçmişin neşesinden ve hatalarından, gidilmemiş yollardan bahsediyorsak. Oysa aynı düşüncenin kurumlarımıza, ideolojilere, politikalara uygulanabileceğini düşünen herkesin, ki sürekli bunu varsaymaya teşvik ediliyoruz, bir daha düşünmesi gerekir. Siyasal bağlamda (Faulkner’a ait) başka bir özlü söze dönmeliyiz burada: Geçmiş geçmemiştir daha. 

Söz konusu meseleyi, Joel Whitney’nin Muhbirler: CIA Dünyanın En İyi Yazarlarını Nasıl Kandırdı kitabında yaptığından daha açık bir şekilde ele almak zordur herhalde. Whitney’nin kitabında ele aldığı konu, uzun bir sohbetimizde kullandığı deyimle, “yazının araçsallaştırılması”dır — başka bir zaman da “yayıncılığın silahlaştırılması” demişti. Daha açık ve anlaşılır şekilde ifade etmek gerekirse, Whitney, ideoloji adına Amerikan [çn. “ABD” kastediliyor] kültürünün, diskurunun, kamusal alanın yozlaştırılmasını kastediyor. Bir düşünün, bu yozlaşmaları, geçmişte nasıl meydana geldikleri üzerinden okumak için şimdiden daha iyi bir zaman var mı? Tarihin aynasında kendimizi olduğumuz gibi görmek için daha iyi bir an? Whitney, geçtiğimiz yıl kitabını yazmayı bitirdiğinde, naklettiği bu utanç verici geçmişi Donald Trump devrinde bir araç olarak kullanmaya niyetli değildi. “Hayır, Hillary’nin seçileceğini ve kitabımı onun yönetimi sırasında insanlara anlatacağımı tahmin ediyordum,” demişti. “Trump’ı anlayacak, onu anlatacak bir kelime dağarcığım hâlâ yok.” Oysa, Trump’ın göreve başlama töreninden iki hafta önce çıkan kitabın ne kadar doğru bir zamana denk geldiği apaçık. OR Kitap, geçen sonbahar bana kitap hakkında bir ön bildirim gönderdiğinde, kitabın bir dizi kopyasını aşırabilmek için derhal yayıncının Los Angeles ofisini aradım. İki gün sonra da aşağıdaki röportajı teklif etmek için Whitney’e ulaştım.

Whitney’in zarif anlatısı, CIA’nın, düzinelerce dergi kurdurup halihazırda yayında olan başka bir dizi dergiyi de yozlaştırmasına yarayan gizli Soğuk Savaş programını inceliyor. Gösterinin yıldızı The Paris Review ve Whitney’in andığı bazı isimleri duyduğumda ağzım açık öylece kaldım. Kültürel Soğuk Savaş olarak bilinen konu üzerine o kadar çok şey söylendi ki konu bir alt tür doğurdu. Fakat Whitney’in bu alana katkısı, edebiyata ve buna bağlı olarak gazeteciliğe odaklanıyor oluşunda. “Peşinde olduğum şey, kültürel Soğuk Savaş’ın hikayesini o bilindik ufak akademik çöplüğünde anlatmak yerine, ki konuyu oradan ele almak meseleyi tarihten ve siyasal Soğuk Savaş’tan, gerçek Soğuk Savaş dedikleri şeyden ayırırdı,” demişti, “ bunların ikisinin de aynı anda gerçekleştiği fikrini tartışmaya yeniden sokmaktı.”

44 yaşındaki Whitney, 2000 yılında Columbia’da yazın üzerine gördüğü yüksek lisans eğitimini bitirdi ve hemen kendini işe verdi. 2004’te, şimdi saygın bir çevrimiçi dergi olan Guernica’nın kurucuları arasındaydı ve hâlen aynı dergide bağımsız editörlük yapıyor. Derginin ismi çok isabetli: Picasso’nun ünlü İspanyol kentini anlatan tablosu gibi, Guernica dergisi de sanat ve siyasetin kesiştiği o ilgi çekici yerde duruyor. Bu kesişim noktası, Whitney’in entelektüel yurdu ve Muhbirler’in gayet aşikar temasını kurduğu yer. “Kültür siyasetle kardeştir,” diyor Whitney. “Ayrı, niş bir kategori değildir.”

Whitney’le Manhattan merkezine yakın bir otel lobisinin sessiz bir köşesinde buluştuk, iki saati aşkın konuştuk. Hiciv, iğneleme, alay, ironi, aşağılayıcı şakalar: Whitney’in iletişim tarzında bu yöntemlerden iz yoktu. Hatta, onu nezaketle ölçülü ve cevaplarında bilinçli buldum. Aşağıdaki söyleşi iki parçanın birincisi. Pek çok kesinti ve üç nokta var: Yazıyı fazla uzun tutmamak adına epey kesip biçmem gerekti fakat Whitney’in söyleşimizde dile getirdiği hiçbir önemli düşünce dışarıda bırakılmadı.          

Buradan tekrar röportajın deşifresini yaptığı için Michael Conway Garofalo’ya teşekkür ediyorum. O deşifreyi bitirdiğinde, her zaman yaptığım gibi, Michael’a konuşmayı ilginç bulup bulmadığını sordum. “Çok etkileyici,” cevabını verdi. “Whitney’in ayrıntılarıyla açıkladıklarının genişliği ve derinliği insanı sarsıyor.” Ben de aynen böyle düşünüyordum. 

Çok iyi bir kitap yazdın ve kitabı oldukça uygun bir zamanda yayımlamış oldun. Mevcut zamanın koşullarına dair birazdan konuşuruz. Siyasetimiz ve medyamızdaki - ki bu ikili elbette birbirinden ayrılamaz - krizlere dair Muhbirler’in yazarı ne der, bunu dinlemeyi çok istiyorum. Fakat seni ele aldığın konuya neyin çektiğini konuşarak başlayalım. “Kültürel Soğuk Savaş” özellikle ilgilendiğim bir alan. Nasıl karar verdin bunu çalışmaya?

Kültürel Soğuk Savaş’ın içerdiği bir alt konu olarak dergi yayıncılığı meselesi üzerinden girdim konuya. Çevrimiçi bir dergi kurmuş, dergiyi kurmadan önce Columbia’da şair olarak yaşamış biri olarak başta, dergi editörlüğü yapmayı, beğendiğim yaratıcı yazarlarla bir ilişkilenme yöntemi olarak görüyordum. Columbia’daki hocalarımdan biri, Richard Howard, The Paris Review’in şiir editörüydü. Akıl hocalarımdan biriydi. Çevirmendir aynı zamanda, ilginç bir denemeci ve eleştirmendir de... Yine güzel sanatlar üstüne yüksek lisansı olan bazı arkadaşlarım da çeşitli dergiler kurmak istiyorlardı ve The Paris Review kusursuz bir ölçüt gibi görünürdü hep. Sonrasında Guernica’ya dönüşecek girişimle yola çıktığımızda çoktan Başkan [George W.] Bush’un  devrindeydik ve talihsiz bir ikinci dört yılla karşı karşıyaydık, siyaset ve şiirle, kurgu ve denemeyle, yalnızca kitapların değil şeylerin durumuna dair doğrudan eleştiriyle ilgilenmek istiyorduk. Çiçeği burnunda dergimizi insanlara “The Paris Review’in The Nation’la sentezi,” diye satmak isteyen tek bendim galiba. [çv. Bahsedilen ilk yayının edebiyat yayıncılığı, ikinci yayının ise siyasal içerik ve eleştiri yönlerine gönderme yapıyor.] Kovaladığımız duyarlığı, hassasiyeti insanlara nasıl anlatabileceğimi anlamaya çalışıyordum. Bir nesil, çoğunlukla belli bir sosyoekonomik sınıftan gelen yaşlı beyazlar, “Olmaz; The Paris Review, The Paris Review’dir, o da bir edebiyat dergisi, edebiyat dergileri tanımları gereği siyasal değildir,” derlerdi.

Bu düşünce seni rahatsız etmiştir herhalde.

Evet, bana göre tuhaf bir fikirdi bu. Kendini apolitik gören bir nesil edebiyat dergisi var. The Paris Review bunlardan biri, The Kenyon Review de bir başkası belki. Yeni Eleştirmenler’in etkisi altındaydı bunlar —  tarihle daha az, metnin kendisiyle daha çok uğraşmak üstüne. Her neyse, 2010’a atlarsak, sanırım o zamanlara denk geliyor, geç de olsa, New York Times’ta Immy Humes’un Doc filmi hakkında çıkan bir yazıyı gördüm, bir de The Paris Review’in veya Peter Matthiessen’in [çv. The Paris Review’in kurucularından ve editörü.] varlığı iddia edilen CIA bağları hakkında kısa yazılar vardı, konunun ilgimi çektiğini düşündüm. [Harold “Doc” Humes Paris Review’in kurucularındandı, Immy Humes de onun kızıydı. Doc filmi 2008’de yayımlandı.] Apolitik bir dergi CIA’nın neden ilgisini çeksindi? Matthiessen’in, ki bunu dediğini sonradan öğrendim, kimliğinden dolayı mıydı bu ilgi? Yoksa derginin kendisiyle alakalı bir sebep mi söz konusuydu? İşte tam da bundan sonra öğrendim hikâyeyi, Frances Stonor Saunders [Kültürel Soğuk Savaş: CIA ve Edebiyat Sanat Camiası, 1999] ve Hugh Wilford’ın [Amerika’nın Büyük Oyunu: CIA’nın Gizli Arapçıları ve Modern Orta Doğu’nun Şekillenmesi, 2013] naklettikleri üzerinden. Zaten ilgim vardı konuya, sonra bir takıntı hâline geldi.

Şu apolitik dergi meselesi. Yazdığın olayların meydana geldiği yıllara geri dönecek olursan, “siyasal olmak” ürkütücü bir ithamdı. İlk bakışta ayıplanmaktı. Daniel Bell’in kitabının başlığını altıntılayarak söyleyeyim, bunlar hep İdeolojinin Sonu’na dair. Kendini apolitik ilan eden şeyden daha muazzam bir siyasallık yok. 

Evet, doğru.                       

Peki, Columbia’dasın, saygın bir şairin öğrencisisin ve aklında The Paris Review var. Derginin casuslarla dolup taştığını öğreniyorsun. Canını sıktı mı bu? 

Başta casuslarla dolup taştığını düşünmedim sanırım. Sorunun Peter Matthiessen’den ibaret olduğunu düşündüm… 2010’a kadar, Matthiessen üzerinden kurulan bağların hikayesini kaçırdığımı bilmiyordum ve hemen, onlarca yıl öncesine dayanan bu hikayeyi ve onu nasıl gündeme getirebileceğimizi tartışmak için bir yol aramaya başladım. Aklımdaki fikir, o kitabın [Stonor Saunder’in kitabı] 1999’da Londra’da çıktığı, 2000’de bize geldiği, kitabı yakalayamayan belli bir grup insanın olduğuydu, X Kuşağı olabilirdi bu grupta, Y Kuşağı kitabı kesinlikle kaçırmıştı ve bir de belki sonradan internete ve internet ortamındaki tartışmalara gelen diğer yaş grupları… Bu internet tartışmaları olmazdı gibi geliyordu bana, ki o zaman çoktan çevrimiçi yayıncılık duyarlığım vardı…

Bana anlatılan bir hikâyeye göre, Barney Rosset o ekiple bir anlaşmazlık yaşamış ve daha fazla Komünist-olmayan-Latin Amerikalının eserlerini basması söylenmiş ona, o da “defolun” ya da bu minvalde demesi gereken bir şey deyince, Matthiessen, Plimpton ve Styron — ki hiçbir şey değilse beyefendiydi bunlar; birazdan söyleyeceğim şeyi yaptıklarını hayal edemiyordum — o sırada [Puerto Rico’da] bir yazarlar konferansına katılıyorlarmış, yarım saat arabayla bir bar aradıktan sonra Rosset’i bir orman yolunda bırakıp gitmişler. Aynı hafta Rosset’le bir görüşme ayarlanıyordu bana, fakat öldü. Saygılı olmak adına Rosset’in eşini, Astrid Meyers Rosset’i, rahatsız etmeden önce iki hafta veya bir ay bekledim, eşi de cömertçe Rosset’in o sırada editörde olan hatıratının ilk bölümünü verdi bana [Rosset: Yayıncılık Hayatım ve Sansürle Nasıl Savaştım, 2017], ancak hatıratta Rosset’in arabadan atılmasını anlatan hiçbir şey bulamadık. Hikâyenin doğruluğu şüpheliydi. Eşi, hatıratta Puerto Rico’daki yazarlar konferansına değinen bir bölüm olduğunu söyledi. Neyse, bir şey çıkmadı oradan…

Sonra Morgan’a gittim [New York’ta bir kütüphane]. Orada “Kültürel Özgürlük Kongresi” başlıklı bir dosya vardı. İşte bu bir evreka anı olabilir, diye düşündüm. Dosyayı okumaya başladım ve New York’la Paris arasında gidip gelen, muhteşem bir üslupla yazılmış bu mektuplarda durum hemen hemen net bir şekilde açıklanıyordu: The Paris Review’in, zamanında görüldüğü gibi sorumlu bir şekilde “siyasal davranarak” gündeme katılma girişiminin hikâyesi... Sonraları, ki tam da senin dediğin yere çıkıyor, Matthiessen’in nasıl Baldwin’i, polemikçi bir yazar, diye nitelediğini duyduk, bunu iltifat olsun diye de söylemiyordu.

Parantez açayım, bir zamanlar dediğimiz gibi Peter Matthiessen Jimmy Baldwin’in daktilo şeridini değiştiremedi fakat bu konuyu kapatabiliriz. Bence burada durmalı ve bir iki kavramı tanımlamalıyız. Kültürel Soğuk Savaş’ı ve bunu derken neyi kastettiğimizi anlatalım. Sonra da Kültürel Özgürlük Kongresi’nin (KÖK) rolünü, belki elzem rolünü açıklayalım.

Görünen o ki bir grup insan vardı, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra 1946’da bunların bir kısmı Berlin’e indi ve Müttefik birliklerinin, gelen genç işçilerin birçoğunu izliyor, Sovyet kültürüne olan ilgilerini takip ediyorlardı. ABD ve müttefik ordusunun Avrupa’yı askeri işgaliyle Marşal Planı arasındaki geçiş dönemiydi, işçiler gitmeye başlamıştı oraya. Bahsettiğim adamlar, Berlin’in Müttefikler’in denetlediği bölgesindeki askerlerin Sovyet tarafına geçtiğini görürlerdi, bu askerler de oraya kültür için gidiyordu — bir film oynatılıyor ya da bir senfoni orkestrası konser veriyor olurdu. Bu adamların bazıları, ABD’nin yüksek kültürüyle bilinen bir ülke olmadığını hızla kavradı; ABD genellikle Hollywood filmleri ve belki Cadillacları, tankları, hamburgerleriyle biliniyordu.

Bu grup bir karar verdi, işgal ve Marşal Plan’ı, böyle acayip bir geri tepmeyi insanların Birleşik Devletler’e bu kadar minnettar olduğu bir yerde yaratıyorsa, olması gereken de… Ben KÖK’ü [çv. Kültürel Özgürlük Kongresi] kurma yoluna giden bu grup içinden bazılarının yalnızca bir Kültür Bakanlığı istediklerini düşünüyorum. 40’ların sonlarında yapamazlardı bunu, McCarthy devrinde de açıktan yapabileceklerini düşünemezlerdi. Yeni bir gizli bütçe vardı ellerinde… Olay, ABD hükümetinin bilindik bir kurumunda, Dışişleri Bakanlığı ya da başka bir yer üzerinden gerçekleşmek yerine CIA’nın saklı bir programına dönüyor, Dışişleri Bakanlığı’yla CIA arasında duran PKO’da başlatıldığı söylenerek — Politika Koordinasyon Ofisi [çn. Office of Policy Coordination: OPC] Frank Wisner’in kendi küçük dünyasıydı. [Wisner savaşın son yıllarında Avrupa’da Stratejik Hizmetler Ofisi’ne çalışmış ve ardından CIA’da uzun bir kariyere sahip olmuştu.] 

Arka planı bu. Bir Kültür Bakanlığı istediler. Bunların bazıları gerçekten kültürün Soğuk Savaş’ın seyrini etkileyeceğine inandılar, böylece insanlar buna “kültürel Soğuk Savaş” demeye başladılar. Aslında sanırım Cristopher Lasch icat etti bu kavramı, ‘67 veya ‘68 gibi erken bir dönemde… İki katmanlı olarak tanımladı bunu: Uzmanlar, kendi yaratıcı işleri üzerinden ön planda ve görünür olan kültürel dehalar; ve bir de ipuçlarını yakalayacak diğerleri, ki bence Irving Kristol gibi insanları kastediyordu, bunlar ilk grup kadar zeki veya başarılı olmayan ama içeride durup kişisel görüşleri üzerine makaleler yazacak, nüfuzlarını kullanacak ve merkeze rapor vereceklerdi.

Kültürel Özgürlük Kongresi PKO’nun içindeydi. Sovyetlere üstün gelmek istedikleri bir dizi cephe vardı: Emek, öğrenciler ve kültür bunların yalnızca üçüydü. Sonraları mültecilere yardım bağlamında bir şeyler yaptılar. IRC’ye [International Rescue Committee - Uluslararası Yardım Komitesi] sızmışlardı süreç içinde, ki bu da bir başka ilginç hikayedir, fakat Kültürel Özgürlük Kongresi’nin esas uğraşı CIA’nın doğrudan yarattığı, sayıları üç düzineye yaklaşan dergilerdi.

Benim için ilginç olan bu insanların dostça buldukları diğer dergilerle çalışmaya başlamalarıydı, ki bu onların entelektüeller üzerindeki nüfuzunu epey genişletecekti. Dostça buldukları dergilerle beraber bir konferans düzenleyerek komüniz karşıtlığını ve Amerika amigoluğunu örgütlemek istediler ve bu tertibe “küçük dergilerin takas odası” adını verdiler. Birkaç isim bulmuşlardı aslında. Ben “yayıncılığın takas odası” diyorum. Dergi editörlerinin bulunduğu bir konferans düzenlemek ve Amerika karşıtlığının, kültürel Soğuk Savaş’ta her şeyi bozabileceğini açıkça söylemek istediler…  

KÖK, Michael Josselson diye bir adam tarafından yönetiliyordu. Dergiler oluşturdular, senfoni orkestralarına ve resmi seyahatlere sponsor oldular. Sanırım yaptıkları ilk iş Dünya Barış Konsey’ine Batı’nın bir cevabı olsun diye düzenledikleri konferanslardı. [Dünya Barış Konseyi, 1949’da, Paris’te, Cominform etkisiyle kurulmuştu.] Bir nevi “Hadi yazarları toparlayalım,”dı bu. Şu anda tanık olduğumuz dürtünün aynısı — “Yazarlar Trump’a direnin!” Onlar da Stalin’in sızdığı kültür örgütlerine ve propagandaya “direniyorlardı”...

Paris savaştan sonra çok cazip bir yerdi. Şimdi bu konu hakkındaki yazılardan hatırı sayılır bir alt tür meydana geldi. Ben Guilbaut’un kitabıyla keşfetmiş oldum konuyu [Serge Guilbaut, Ney Work Modern Sanbat Fikrini Nasıl Çaldı: Soyut Eksresyonizm, Özgürlük ve Soğuk Savaş, 1983], kitap Soyut Ekspresyonizmin kötü niyetle kullanılması hakkında. Bahsettiğin gibi, Frances Stonor Saunders Kültürel Soğuk Savaş kitabıyla çıkageldi ki onun kitabı epey kapsamlı bir çalışma. Peki yola çıktığında senin amacın neydi? Muhbirler’de neyin peşindeydin, peşindesin? Senin konun edebiyat. Orkestralar veya ressamlara odaklanmıyorsun.              

Doğru. Benim kültürel süzgecim edebiyat yayıncılığı ve onun silahlaştırılması… Bu konunun güncel durumumuzla gitgide daha alakalı olduğunu düşündüm, başta Bush döneminde bu silahlaştırma yönteminin değişmesiyle beraber ama Obama döneminde de bir o kadar önem taşıması suretiyle — kültürün nasıl kullanılıp kullanılmayacağı, medyanın sık sık bir müdahale lehine destek kazanmak için kullanılacak bir alet olarak görülmesi: Yöntemin değişme biçimi… 

Peşinde olduğum şeylerden biri, kültürel Soğuk Savaş’ın hikâyesini o bilindik ufak akademik çöplüğünde anlatmak yerine, ki konuyu oradan ele almak meseleyi tarihten ve siyasal Soğuk Savaş’tan, gerçek Soğuk Savaş dedikleri şeyden ayırırdı bunların ikisinin de aynı anda gerçekleştiği fikrini tartışmaya yeniden sokmaktı. Orta Amerika gibi birçok darbenin olduğu bir bölgede yaşamış biri olarak görmek istediğim, böyle siyasal müdahalelerle dolu bir bölgenin tarihi yanında kültürel Soğuk Savaş’ın nasıl görüneceğiydi. Görmek istediğim şuydu: Kültürel Özgürlük Komitesi, yani propaganda cephesi, Batı’nın gizli Kültür Bakanlığı, darbeleri ve buna benzer şeyleri açıkça desteklemiş ve savunmuş muydu? Cevap, “evet”ti… 

Fakat tekrar edeyim, iş bir gizlilik rejimiyle, gizli bir himayeyle, CIA’nın gizli bir bütçesiyle yürütüldüğü için, Kültürel Özgürlük Kongresi’nin ikinci büyük özelliği — ilki gizdir — yani ötekiyle gelen diğer şeyse incelik oluyor. Eğer Sovyet propagandası çoğu zaman hoyrat veya çok belli olmuşsa — Sovyetler yazını doğrudan destekliyordu; yazarlar birliği vardı, yazarlarına Moskova’nın banliyölerinde evler verdiler — bir alternatif bulunmalıydı, bu da, mümkün olduğunca, Sovyetlerin yaptığının bir negatifi olmalıydı. Bunu yapmanın yolu da, bence anlamışlardı, şuydu: “Bizim yapacağımız şekil, tanımı gereği, incelikli olmalı ki açık edilemesin.” Böylece yaptığımız iş bir yandan Sovyet muadilinin eli ağırlığını da gösterebilsin. 

Dolayısıyla, ABD politikalarının bazı en kötü yönlerinin savunulduğunu görmek istiyorsanız çok dikkatli bakmak zorundasınız, fakat nihayetinde, NATO ittifakının biçimlenmelerinin ve ABD politikasının düzenli olarak savunulduğunu görüyorsunuz. Ben Encounter’ı [1953’te Londra’da Stephen Spender ve Irving Kristol’ın kurduğu, CIA’in fonladığı bir dergi] incelemek için uzun zaman harcamadım, çünkü Stonor Saunders bu konuda çok iyi bir iş yapmıştı. Onun bazı büyük bulgularını kesinlikle alıntıladım. O, Kültürel Özgürlük Kongresi’nin epey açık talimatnamelerinde — ABD Kongresi’ne/CIA’ya, tartışmalı olabilecek bir şeyin gösterilmesine dair komutlar — yapısal sansür bulmuştu.

Kosta Rika’yı inceledim, Afrika’yı, elimden geldiğince Arap dergilerini. Hikâyeyi daha küresel ölçekte anlatmak istedim. Stonor Saunders, bence, Batı Avrupa’nın eksiksiz bir öyküsünü anlatmıştı ve küresel hikâyenin birtakım ana hatlarını vermişti ama ben hikâyeyi, darbelerin yapılan propagandayla nasıl desteklenip desteklenmediğine bakarak, açık bir şekilde siyasal bağlamına oturtmak istedim. CIA darbelerinin facialarına dair büyük hikâyeler var ve bunları okuduğunuzda CIA’nın uzun zaman önce kapatılmamasına hayret ediyorsunuz…

Bu tarz olaylar karşımıza çıkıp duruyor. 60’ların ortasıyla sonları gibi, operasyon ifşa olduğunda, entelektüeller CIA’yla ilişkilendirilmekten utanç duydular. İşte ben bir nevi buraya gerekli köprüyü kurmak istedim — Soğuk Savaş’la kültürel Soğuk Savaş arasındaki duvarı yıkmayı ve kültürel Soğuk Savaş’ı, Stephen Kinzer gibilerinin yazdığı, siyasal cinayetlere ve CIA’nın küllerle dolu mirasına ilişkin harika kitaplarla yan yana getirmeyi. Küllerin mirasını edebiyatın mirasıyla buluşturup bunların aynı hikâye olup olmadığını görmeyi istedim. Bence öyleler. 

Bir sürü isimden bahsediyorsunuz, ki bu ilk sayfadan itibaren kitabı çok ilginç kılıyor. Bu isimlerin bazıları önceden açıklanmıştı, bazıları yeniler, en azından benim için ve artık hepsi bir arada. Bu isimlerin bazılarını okurken şaşırıp kaldım — ki liste bitmek bilmiyor. George Plimpton, Peter Matthiessen, James Michener, Arthur Hayes Sulzberger, William F. Buckley, tabii herkes bir yana Robert Lowell, Asya Vakfı, The Paris Review, Viking Books, William Morrow, Sol Stein ve Patricia Day, Bill Styron, Richard Wright, W. E. B. Du Bois, Lillian Hellman, Arthur Miller, Isiah Berlin, James T. Farrell. Uzayıp gidiyor.

Az önce listeden ismini okuduklarım aktif katılıma bir iki insan uzaklığındalar. Bir de farkında olmadan kullanılanlar var, direnenler var, rol almayı reddedenler var — bu bakımdan müthiş isimler listede: Baldwin, merhum John Berger — ve hedef olanlar var, ki bunlar, direnenlerle beraber, bence kitabının kahramanları, Pablo Neruda ve Guatemala’nın büyük romancısı Miguel Angel Asturias gibileri. Latin Amerika üstüne yazdığın bölümler çok iyi, belki de orada yaşadığın için.

Afalladım, kısacası. Kitabın üstüne çalışmaya devam ederken ve bu çarpıcı isimler metinde birikmeye başladıkça ne düşündün? Şaşırdın mı?

Evet… Bütün bu insanlar Batılı güçler ve onların Sovyetler Birliği’ndeki rakipleri tarafından aranmış, hedef alınmış, kurban edilmiş, kendilerine öedeme yapılmış, finanse edilmiş, bilmeksizin finanse edilmişler. Yani bir nevi nüfuzun ters yüz edilmesi söz konusu. 

Yazının araçsallaştırılması… Korku duygusunun; kültürün ve tabii, dolayısıyla, gazeteciliğin kurallarını dikte etmesi durumu. Bu yüzden seni şaşırttığı kadar beni de şaşırttı...                

Modernleşme kuramına epey aşinayım çünkü Asya’da, kuramın saf hâliyle uygulanmış olduğu bir yerde, uzun yıllar geçirdim. Modernleşme kuramı açıklaması zor bir konu ama makul ve anlaşılır bir şekilde tanımlayacak olursak, modernleşme ve Batılılaşmanın aynı olduğu savıdır, diyebiliriz ki kesinlikle değiller. 

Kanımca bir Guernica editörü ve yazarı olarak bu, Batı’nın, dünyanın diğer uluslarınca ihtiyaç duyulan medeniyetin beşiği olduğu gibi gerçekten sinsi ve ırkçı düşünceyle savaşa geldim. Batılı olmayan diğer ülkelere baktıkça çürütülmesi gereken farklı şeyler olduğunu da gördüm ve bu verdiğim savaşın büyük bir parçası oldu. Sözde Batı dünyasında, Stonor Saunders, dergilerin sansür uyguladığını, dolayısıyla orada bir sansür görevi olduğunu göstermişti. Aynı zamanda bu dergilerin bir ön yargısı olduğunu göstermek ve bu ön yargıyı Garcia Marquez gibi insanların hikayeleriyle çürütmek istedim, ki Marquez’in Sovyet sistemine güvenmemek için kendince sebepleri vardı fakat bir demokratik sosyalist olmaya devam etti ve Fidel’le arkadaşlığını sürdürdü. Onun hikayesi Baldwin’inki kadar olmasa da yazdıklarıma yine de geç dahil oldu, kendini çok hoş anlattığı harika bir mektubunu bulduğumda… Bir CIA dergisine çekildiği için kendine boynuzlu demesine ilaveten, kendi gibi birini dışarıda tutmanın CIA için en büyük ahmaklık olduğunu söylüyordu. Gelin görün ki, ABD’ye girmek için siyasal yönden fazla tehlikeliydi ama ABD’nin dergilerine çekip almak istemişlerdi onu.       

Modernleşme kuramının hikâyesini anlatırsak, bu ülkelerin Batı’ya ihtiyacı yok, eğer Batı askerî harcamalar, kültürü hileyle yönlendirmek demekse — esasında, yolsuzluk, demekse. Olup bitene kuş bakışı baktığınızda himayeciliktir bu. Bahşişlerden ibaret değil durum — o kadar azımsayamazsınız — insanlara ne yazarlarsa para alacaklarını bildirerek onları siyasal bakımdan hizaya sokmaktır.

Hepsi de siyaseti kültürün dışında tutmak için.

Yanlış siyaseti kültürün dışında tutmak için. 

Bu, kendini apolitik diye tanımlayan şeylere değindiğimiz önceki bir noktaya ve Bell’in kitabına varıyor: İdeolojinin sonunu ilan etmek kendi ideolojinin zaferini ilan etmektir… Kültürel Soğuk Savaş’ın aşağı yukarı tamamen bir apolitik duruş şemsiyesi altında ne kadar yürütüldüğü hakkında konuşabilir misin?

Hakikaten, yaptığınız şeye apolitik demek bir kamuflaj ya da zırhtan ibaret. Bunun  acayip bir örneği 2010’da, Tea Party doğduğunda ortaya çıktı. Çeşitli dergilerde bir muhabir ve araştırmacı olarak çalışan bir arkadaşımın, bana, Tea Party’nin apolitik olduğunu ya da kendilerinin yalnızca kaygılı vatandaşlar gibi bir şey olduklarını anlatmaya çalıştığını hatırlıyorum. Gülüyorsun. Benim cevabım da bu olmalıydı. Ama arkadaşımın anlayışı hakkında o kadar endişelenmiştim ki bir dizi düşünceyle karşı çıktım ona. Şu anda Soros hakkında [Soros Vakfı] bir sürü [denizaşırı] protestoyu fonladığına dair duyduklarımız — Sağ’ın yaptığı her şey esasında Sol’a bir yansıtma olarak geri dönüyor. Bazen iki yönde de oluyor bu. Fakat bu apolitiklik düşüncesi çoğu zaman zekice bir zırh olarak kullanılıyor…

Yazdığın isimler arasında Matthiessen ayrı bir yerde duruyor. Kitabın ilerleyen safhasında bahsettiğin gibi, onun utanç duyacak kadar ahlakı vardı ama her şeyi itiraf etmiyordu, epey yaşlandığı dönemde bile. Hayli ufak bir tarzda utanç duyuyordu, demek lazım — olması gerektiği gibi değil. Matthiessen masumiyetin ardına saklandı. “Gençler bunu yapardı o zamanlar… Paris’e gidip eğlenmek ve macera yaşamak için harika bir yoldu… Acemiydim sadece.” — sanırım bu kelimeyi kullandı. Bu tip insanlar hakkındaki tavrın ne ve nasıl bu tavra ulaştın? Affediyor musun? Ben etmiyorum, söylemiş olayım, sonra açıklayacağım. 

Bu insanlar kamuya mal olmuş kimselerse, esasında kültürel halk emanetleri olan kurumları gizlilik rejimiyle dolap çeviren kurumlara dönüştürmenin, özellikle de edebi sanatlar söz konusu olduğunda, savunulacak tarafı yok. Şu uyarıyla yetineceğim: İş Kültürel Özgürlük Komitesi’nin Paris’e senfoniler ve ressamlar getirmesiyle sınırlı kalsaydı, ki bunun gizli yapılması bile yeterince çirkin olurdu, fakat bana öyle geliyor ki çok daha az zararlı olurdu. Edebi sanatlara girildiği anda, tanımı gereği, gazeteciliğe de giriyorsunuz. Bunlar birbirlerinden ayrılabilir şeyler değil… Yazarlar için siyasal bir sınav yaratarak, ki olan esasında bu, onlara göz kırparak daha Amerika yanlısı ve anti-Komünist olduklarında para ödeneceğini söylüyor ve bunu birbirlerine söylemelerine yol açıyorsanız, gizlilik rejiminin basın dünyasının küçük bir köşesini bile yönetmesine izin veriyorsanız, bu büyür. Büyüyecektir de. Gizlilik ve gazetecilerden beklenen şeffaflık bir arada bulunabilen şeyler değildir. Bu kadar basit. 

Sonuç olarak kamuya mal olmuş bu kişileri affetmiyorum, fakat denedim. John Powell’e, büyük Berkeley entelektüeline, saygı göstermeyi denedim, o der ki “Kurumlara karşı sert insanlara karşı yumuşak olun.” Bu söze uyma yolum bağlamı yapabildiğim kadar çok vermek oldu, ki sanatta veya gazetecilikte anti-komünist, anti-Stalinist saiklere kendinizi yakın buluyorsanız gerekçenizin karakterlerimden biri tarafından dillendirildiğini görebilesiniz… Kitapta görebileceğiniz başka bir şeyse mevzunun kaygan bir zemin olduğudur. Kendinize şunu diyebilirsiniz, “Yeni Eleştirellik, The Paris Review, apolitiktir,” ama konu hemen CIA’nın bunu korumasına evriliyor ve bu Ramparts’ta ve The New York Times’ta ifşa edilince de, gizliliğe. O da Kaos denen bir operasyona dönüyor, operasyon da bize işin hemen daha aşırı bir medyaya sızma girişimine doğru genişlediğini gösteriyor, bu da dehşet verici bir şey. [Kaos Operasyonu, CIA’nın gizlice yürüttüğü bir yurt içi casusluk programıydı, 1967-74 yılları.]

“Kurumlara karşı sert insanlara karşı yumuşak olun.”  Ben hem kurumlara hem de insanlara karşı sert bir tavır alma eğilimindeyim. Bak, KÖK ‘56’daki Macar krizi sırasında Sartre’ı kendi tarafına çekmeyi denedi. Sartre’ı okusalar daha iyi bir şey yapmış olurlardı. Okusalardı, anlarlardı: Hepimiz yaptıklarımızdan bireysel olarak sorumluyuz.

Bu konuda tavrım sert fark edeceğin gibi, yitirdiklerimizden dolayı. Eski meslektaşlarım, zamanında bildiğim tanıdığım insanlar, bugünlerde o kadar tiksindirici şeyler yazıyorlar ki. Ödemeleri gereken faturaları ve yazlıkları ve krediyle alınmış evleri ve okul masrafları olduğunu anlıyorum —  genel orta sınıf giderleri. Bu yaptıkları için bir bahane değil ama. Eğer bu tarz maddi kaygılar güdüyorsa seni, başka meslekler var. Gazetecilik bir gelir kapısıdır ama başka meslekler de maaş getirir. Gazeteciliğin başka sorumlulukları var. Bir yurttaşlık görevin ve kamusal alanda başkalarının sahip olmadığı bir yerin var. Farklı düşündüğüm nokta burası.

Kitapta yazdığım özetten birkaç cümle okuyacağım ve bence bu cümleler senin dediğinle benzer çizgide. “Bu kurumların oynadığı rol, onları medyanın geleneksel muhalif rolüne aykırı bir yere getirdi, bu muhalif rol ki, en azından teoride, hükümet gücünü denetler ve sınır aşımıyla yolsuzluğa karşı bir korumadır. Geçtiğimiz üç onyıl boyunca bu rol neredeyse kayboldu, eğer ondan önce bir şekilde vardıysa. Doğrusu, bu aktörler, vatanperverliklerine rağmen, ABD’yi kendi kurucu vizyonuna, ulusun yurtdışındaki dostları ve düşmanları için ısrarla savunduğu ifade özgürlüğüne aykırı bir duruma soktu… Dayatma, baskı ve şaşkınlık altında, azıcık deneyimle ve bazı durumlarda hastayken imza atan [gizlilik yeminleri] bu genç kadın ve erkeklere sempati duymak, tarihi açık etme hedeflerimize taban tabana zıt bir şey değil. Bunların birçoğu neyin içine girdiklerini bilmiyorlardı… Operasyonun kıyasla daha az merkezinde olan üyeleriyse, tutuklanmaktan korkmamış bile olsalar, kuşkusuz kara listeye alınmaktan korktular…”

Bana dediklerimi söyleten paragraf bu muhtemelen.

Bence benzer bir tavrımız var ama ben bu insanların üzerine binen bütün gizlilik güçlerine bakmaya çalıştım — açık gizlilik, sevilme isteği, kârlılık, kariyer odaklılık — zaten bu kadar ağır, isim yönünden zengin bir kitapta elimden geldiğince anlatmak istediğim…

Zengin bir kitap, ağır değil. Gayet rahat okunabiliyor. 

Bu yazarların üstündeki baskıları olabildiğince anlatmak istedim. 

Bir geçiş yapalım ve o hayli büyük kültür sorununu ele alalım. Şiir, romanlar, denemeler var, ayrıca televizyon, radyo, film, yayıncılık, resim, mimari de. Duke’da bir bilim insanı, Hilton International’ın otellerini nasıl Soğuk Savaş silahları olarak gördüğüne ilişkin bir kitap yazmıştı [Annabel Jane Wharton, Soğuk Savaş’ın İnşası: Hilton Otelleri ve Modern Mimari, 2001]. Bunu akılda tutarak baktığında, oteller çağdaş kapitalizmin ve onun erdemlerinin yansımaları olarak özenle düzenlenmişler. Olay çok geniş kapsamlı. Kültürün hiçbir boyutu el değmemiş değil. Mimarinin durumunda, mekanın siyasallaşması ve uzamsal manzaralarda iktidarın izdüşümünden bahsediyoruz. 

Bu birçok soru doğuruyor. Ben bu sorulardan herhangi birini dile getirmeden önce, kitabının genel olarak kültüre dair büyük çaplı sonuçlarıyla ilgili bir düşüncen var mı?

Konuştuğumuz gibi, kültürün siyasetten veya tarihten ayrı var olduğu fikri — umarım bu düşünceyi duyan herkes ona şüpheyle yaklaşır.   

Kısa ve öz söyledin ve mesele tam da bu.  

Neyi dilediğimize dikkat etmemiz gerektiği bilinciyle, kimileri bir soru sordu bana: “Devletin kültürle o kadar ilgilendiği ve bu yüzden onu fonladığı zamanlarda özlenilesi bir şey yok mu?” Ben bu soruyu az önce söylediğim şeye döndürmek istiyorum: Neyi talep ettiğine dikkat et. Bana göre, bu bağlamdaki büyük sonuçlar, gizli yapılan herhangi bir şeyin ama özellikle de hükümet fonlamasının yozlaştıracağı yönünde… Gizli himayeciliğin kültüre sunduğu, kamusal tartışmayla yapılan bir şeye kıyasla çok daha hızlı, çok daha karanlık bir araçsallaşmadır. Bana göre kültüre ilişkin büyük çıkarımlardan biri bu. 

Ötekiyse kültürün önemli olduğu, önemli olageldiği ve önemli olmaya da devam edeceğidir. Kültür siyasetle kardeştir. Ayrı, niş bir kategori değildir. Bir lüks de değildir. Sadece ayrıcalıklıların hak ettiği ve yalnızca zengin ülkelerin ürettiği bir şey değildir. X ülkesinin veya X kültürünün Batı’da sahip olduğumuz gelenekleri taşımadığı fikrine hep şüpheyle yaklaştım. Bu fikir her zaman kendiliğinden şüphe uyandırmıştır benim için, çünkü tanımı gereği X kültürünün neye sahip olduğunu biz bilmiyoruz. Gidip bakmalıyız ve onların uzmanlarıyla yerel halklarına “Sizde ne var ve onu paylaşabilir miyiz?” diye sormalıyız.

Tamamen ayrı bir kategori olarak kültür, kadife bir ipe dolanmış kültür, elde etmek için öğle sonraları işten izin almamız ve bir giriş ücreti ödememiz gereken: Sanırım senin bahsettiğin bu. O ise Batı’nın bir kurgusu, dile getirmekte fayda var. Doğu’da sanat ve hayat ayrı değil. Zarif bir verniğin bir kullanışlılığı var… Çay seremonisini düşün ya da seramikleri. Kültür hayattan ayrı değil — taksiye binip başka bir etkinliğe gitmiyorsun, kültürü tükettikten sonra —  “kültürü tüketmek” bile kendi içinde tuhaf bir düşünce. Kültür hayattır.

Kültürü yürürsün. Kültüre bakarsın. Onu yaşarsın.

Kültür ve siyasette durum aynı, bence. Kültüre ve kültürel Soğuk Savaş’ın sonuçlarına dair en gen geniş sorumu soracağım şimdi. Kültürün siyasallaşmasından söz ediyoruz — mekanın, dilin, tuvalin vs. Çarpcı bir kapsamı var. Durum buyken özgün, kirlenmemiş diyelim, bir Amerikan kültüründen ne ölçüde bahsedebiliriz? Bu mesele beni çok rahatsız ediyor, çünkü bir yandan da şöyle sormalı, “Kültürün az ya da çok bozulduğu, yok edildiği bir toplum olduğumuz düşüncesini ne ölçüde ele almalıyız?” Başka bir deyişle, Soğuk Savaş bize kültürsüz bir kültür bıraktı, bu paradoksla yaşanabilirse eğer. Biliyorum, çok tuhaf bir soru bu.

Tuhaf bir soru… Kültürün yok edilmesi, kültürün bozulması, bunu görüyorsun sen. Eğer gazeteciliğin, yazmanın ve yaratıcılığın; gücün son denetleyicisi olan basına işaret ettiğini anlarsak ve geleneklerimiz bunu kavrarsa, bunun bir değerimiz olduğunu ve dış bir gücün, Sovyetlerin veya bir başkasının onunla oynamasından kaygılanıp biz onunla oynarsak, aslında vahşi olması gereken bir şeyi ehlileştirmiş oluyoruz. Özgür olması gereken bir şeyi sınırlamış oluyoruz…

Bu sorunun gündeme gelmesi bile ürkütücü benim için. Çünkü kimsenin tarihte görmediği bir kültürel yıkımın ortasında yaşadığımızı ima ediyor. Bu konuda son bir sorum var. Amerikan bireyciliğinin örnekleri olarak Pollock’un tablolarını denizaşırı ülkelere yolladık. Dünyaya Dragnet dizisinde John Friday’i ve 17 Hiltonlar’ı ve John Ford westernini verdik ve sanırım birçok insanı Amerika’nın ne olduğu ve ne kadar harika olduğu konusunda aldattık. Ancak en çok da kendimizi aldatmadık mı?

Demek istediğim şu: Kendi imal ettiğimiz imgemize esir değil miyiz? Öz-düşünümsel bir şey oluyor bu. Daniel Boorstin’in kitabı The Image’i düşünüyorum, ki 1961’de çıktığını düşünürsek epey öngörülü bir kitap. Gerçekliğin imgelerini gerçekliğin yerine geçirdik — yine Soğuk Savaş uğruna. Boorstin’in savı buydu. Şimdi de, aradan yıllar geçmiş, hayal ettiğimiz gerçekliğin yeniden üretimlerine kendimize tekrar tekrar teslim ederek bu imgelere bitimsiz bir sadakat duyuyoruz. Anlıyor musun?

Evet.

Kendi üstümüze düşüyoruz. Gerçekten kim olduğumuz veya ne yaptığımız hakkında hiçbir fikrimiz olmamasına şaşmamalı. Bir çeşit sersemleme hâli bu. Senin düşüncen nedir, Muhbirler’de aktardığın olaylara da bakarak?

Böyle kasvetli bir çıkarımla karşı karşıya kaldığında, bana “Ama direnen insanlar — onlar önemli. Onlar çadırda bir delik açıyordu. Çoğunlukla çadırın öte tarafına bakıyor olabiliriz ama çadırın dibinde bir delik vardır belki,” dedirten Amerikan eğilimim devreye giriyor.

À propos, Japon bir dansçı tanırdım ve bana bir defa şöyle demişti, “Bütün kültür alt kültürdür, Patrick.”

Aynen. Harika. İnternetin yükselişiyle bir yol var artık. O da bağımsız yayıncılık. Öteki yöntem kadar pahalı değil. Kültürü üretmenin pahalı olduğu dönemde bu tarz grupların kültüre baskın gelmesi görece daha kolaydı. Ama tarif ettiğin öz-düşünümsellik tabii ki geçerli. 

İnsanların kitabımın önemli olduğunu söylemesinin sebebi Trump ve CIA arasındaki sidik yarışı. Ben kitabımın bu yüzden önemli olduğunu düşünmüyorum. Trump-CIA kavgası ufak bir gürültüden ibaret. Üstüne biraz düşünmek gerekiyor ama eninde sonunda tarih hakkındaki bir kitabı alıp bugün neler olduğunu anlatsın diye onu araçsallaştırıyorlar. Bu da, yine, tarihin araçsallaştırılmasıdır, kitabım da doğrudan veya dolaylı buna karşı tavır alıyor zaten.

Kitabı anlattıklarıyla okuyun. Benimle röportaj yapan bazılarına, bunu Trump’la alakalı bir şeye dönüştürmeye çalışmayın, demek istedim. Sen çok daha ilginç ve karmaşık bir düşünceye varıyorsun —  ki evet, hikâyeyi anlatmanın gerekliliği onu bilmiyor oluşumuzdan kaynaklanıyor… Kitabı yazmaya başladığımda yaşadığım büyük korku, birilerinin anlattığım hikâyenin bir komplo teorisi olduğunu söylemesiydi, bunun doğru olmadığını bildiğim hâlde. Gerçek bir komplo var ortada. Asıl komplo teorisi, ki bunu iki hafta önce idrak ettim, bazı Batı kurumlarına Sovyetlerin sızdığı zaman oldu. Söz konusu sızmanın sınırlarını bilmemek bu anti-Stalinistleri komplo teorisyeni yaptı, bu komplo teorisi de onlara 20. yüzyılın en büyük komplolarından birini yaptırdı. Benim için, meseleyi böylesi vazgeçilmez hâle getiren hikâye de bu işte.

İlginç.

En çok bağ kurduğum okurlar, bence, kitabın senin de yaptığın gibi çok büyük bir şeye işaret ettiğini gördüler… Bu büyük şeyi anlatacak doğru sembolü bilmiyorum belki —  ben, himaye ağı adını verdim; başkaları, nüfuz ağı dediler —ama her ne idiyse, kültüre ilişkin her şeyi kuşatmaya çalıştı. Bütün yazarları. İşte senin az önce okuduğun isim listesi var. Ama çok büyük. Boorstin’i bir daha okuyacağım çünkü kulağa ilginç geliyor.

Bence Boorstin’in düşüncesi şu, sorumun amacı da buydu: Yaşamaktan ziyade fiyaka atıyoruz — yaşıyor gibi davranıyoruz. Bunu elimde olmadan Soğuk Savaş sırasında kültürün pervasızca ve derinlemesine yozlaştırılmasına bağlıyorum — dediğin gibi, araçsallaştırılmasına.

Dipnotlar;

Matthiessen’in başta CIA için çalıştığı, dergiyi de bu faaliyetlerini gizleyecek bir paravan olarak kurduğu biliniyor. Bkz:

https://www.salon.com/2012/05/27/exclusive_the_paris_review_the_cold_war_and_the_cia/  

  James Baldwin’i kastediyor, “Jimmy” ismi, “James” isminin küçültülmüş hâlidir. Birbiri yerine kullanılabilirler. Birinin isminin küçültülmüş hâli aşağılayıcı bir anlamda kullanılmak zorunda değildir, samimiyetin ifadesi de olabilir.

  Lawrence burada Baldwin’in siyasal tavrının değişmediğini söylüyor olmalı.

  Longman ve Cambridge sözlüklerine göre takas odası anlamına gelen ‘’clearing house’’ sözcüğünün iki anlamı var. İlki, doğrudan finans dünyasından bir kurum: ‘’Bankaların finans belgeleri ve çek gibi şeyleri takas ettikleri bir merkez ofis.’’ Kelimenin ikinci anlamıysa ‘’bilgi alan ve başka kurumlara bilgi veren veya satan bir ofis.’’  İki anlam birbirine yakın. Dikkat çekici olan, dergileri bir araya getiren bir konferansı tarif ederken bu kelimenin kullanılıyor olması.

  “Tam zamanında, sırası gelmişken” anlamında.


Bu blogdaki popüler yayınlar

Barbarları Beklerken'i Neden Seviyorsun?

Şiirin Politikayla Bir Meselesi Var Mıdır?

Kan ve Sözcükler - Önder Karataş