Fasit Daire-Erkan Tuncay


          ‘derken gözlerimizle akarız ırmağa

           raslantı ve o kutsal denge,

           bilsin, tarih bilsin!

           kendimi inkar etmekle başladı

           kendimi okumak’ 

                                                                  Dolunay Aker

Ocağı kapattın mı?

Kapatmamıştı. Zaten ortada ocak falan da yoktu. Ama buyruk gereği, evi terk edince ocağı kapamak zorundaydılar. Başta garip olan buydu. Ocak olmayan ocağın yanına kadar gidip, olmayan düğmesini çevirip gazın akışını kesmek. Bu ancak tiyatro sahnelerinde olurdu olacaksa. Ama artık her şey, her yer bir tiyatro salonuna dönüşmüştü.

Bu yüzden adam homurdanarak bir şeyi çeviriyormuş, bir gazın akışını kesiyormuş gibi yapıp tekrar dış kapıya yöneldi.

Kadın başka bir soruyla karşılaşmamak için adam yüzünü hiç çevirmiyordu. O sorulu gözlere katlanamıyordu artık. Yeni bir buyruk gelse de, kadın taklidi yapan bu kadını da bırakıp çekip gitsem, diye düşünüyordu ara ara. Bu tarihi bir yanılgıydı elbette. Kadının erkeği bırakıp gideceği yoktu. Tersi de olanaklı değildi. 

Adam kadına baktı. Yani kadın imgesine. Gördükleri şuydu. Dudak taklidi yapan silikonlu bir şişkinlik. Sonra burun taklidi yapan göğe doğru kalkık kemikler. Sonra anaçlığı anımsatan şişkin göğüsler. Bu görünümlerin öncesi yoktu. Varsa da biz bunu bilmiyoruz.

Asansör olmayan asansöre girerek indiler. Sokağa çıktılar. Komşu taklitlerinden tek tük selamlaşmalar geldi. Karşılık verdiler. 

Metroyla mı gidelim? Diye sordu adam. Kadın görüntüsünden önde gidiyordu. Hayır, dedi yürüsek fena olmaz. Bugün hava çok güzel!

Güzel, dediğine baktı adam. Bir güzellik göremedi. Kapkara bulutlar gökyüzünü sarmış. Arada sırada şimşek çakıyor gök gürlüyordu. Yağmur damlalarının nesnelere değince çıkardığı tıpırtı sesi kulakları sağır edecek kadar vardı.

Adam, bilgisayar başındaki sesi fazla açmış, diyecek oldu. Vazgeçti. Kadının imgesinin arkasında koşturmaya devam etti. Kadını bazen geçtiği oluyordu. Ama bunun bir heyecanı yoktu. Adamın kadın imgesine gereksinimi yoktu. Çünkü bu imgelerle yaka telefonunda, kol düğmelerinden duvara yansıttığı görüntüde, sağlı sollu ışık panolarında gereğinden fazla rastlıyordu. O bambaşka bir imge arayışındaydı sanki. Kadın artık kadın görünümünün ötesine geçmişse, bu görünümün bir ötesi ne olacaktı? Adam bunu merak ediyordu.

Kadına dönersek, kadın dudaklarının üstündeki rujun verdiği serinliğin tadını çıkarıyordu. Güneş onları terk edeli çok olmuştu. Bu yüzden saçları kırmızı led ışığı yayıyordu.  Led ışık bir an kadın rujunda görünüp, oradan silikon çıkıntılarına doğru kayıyordu. Gölgenin nerede varlık bulacağını kimse bilmiyordu. 

Uzun bir yol yürüdüler. Taklit ağaçlar arasından geçip gittiler. Hatta adam az önce bir işçinin elinde karton taksiyi taşıyıp yürüdüğüne kalıbını basardı. Kadın basma, dedi.

Neye, dedi?

Düşüncelerime. Seninle evlendiğimden beri aynı şeyi yaptın. Bundan da nefret ediyorum. 

Adam kendini hiç savunmadı. Eskiden olsa, söz dalaşına girmeden duramazdı. Senin de annen böyleydi zaten. Bacın da farklı değildi. Sülalen aynı senin. Ömrümü tükettin, diye diye başımın etini yedin. Yetmedi, görünümümü ayaklar altına aldın. 

Ne zırvalıyorsun gene, diyecekti kadın. Demedi. Yürümeye devam ettiler.

Adam susacak gibi değildi. Tamam, diyordu adam. Yanlışımızın bilgisizlikten geldiği de oldu bizim. Gerdek gecesi kızlığın yırtık diye seni hastane hastane gezdirdiğimiz de. Ah, kafam. Değer miydi? Nereden bilelim zarın esnek olduğunu? Rezil olmak, diye bir şey vardı o zaman. Şimdi böyle bir şey kalmadığına göre, vicdan azabı yerine görünümle yetinebiliriz.

Kadın dönüp bakmıyordu bile. Büyük bir kavşağa ulaştılar. Işıklar içindeydi. Kavşağın büyüklüğü insana nereye gideceğini unutturabilirdi. Ama önemli olan yola çıkmak değil miydi?

Kavşağa yakın yerde, meyve satıcısının dibinde ayrıldılar. Adam kadının geride kalan görünümüne baktı. O bile canını sıkmaya yetti. Elini cebine soktu. Aletine dokundu. Onu çıkmadan önce almış mıydı? Onun düşüncesini, düşünü almış mıydı? Almamış. Üstünde durmadı. Artık çıkıntıların çok da değerden sayıldığı bir zaman değildi. O yüzden yumurtalarını, aletini kaşıma düşü ona yetti. Kaldırım görünümünün üstüne serpili sanal meyvelerin arasından geçti gitti.

Kadın işe gidiyordu. Adam hemşerilerinin takıldığı kahveye gidecekti. Gidemedi. Çünkü kahvenin yerinde yeller esiyordu. Onun yerine üstünde BARBAROS yazılı bir tekne vardı. Teknenin yanına kadar gitti. Bir süre sadece baktı. Adamın biri teknenin kalafatını yapıyordu. Kalafat yerine oksijen, elektrik, punto, pik kaynağı varken hala niye bu kalafat? Anlayamadı. Hah, ha! Belki yeni bir buyruk gelmişti. Bunu birazdan anlardı. Kalafat yapan kişiye seslendi. Dönüp onun seslenişine bakan yine kendisiydi. İhtiyarlamıştı. Geçmiş peşini bırakmıyordu. Korkuyla yeniden önündekine baktı. Adam bu kez teknenin üstündeydi. Oradan sırasıyla BARBAROS yazısının sağına, soluna altına üstüne yansıdı adam. Biri onunla bir şeyler geçiyordu. Eril dil, çoktan terk edildiği için böyle eksiltmeli düşündü. Düşüncesini erkek yumurtasıyla ilişkilendirmedi. Biri kalkıp da ona geçmişe özlemci kulpunu pekâlâ takabilirdi.

Oradan hızlıca ayrıldı. Hala o büyük kavşağın çevresinde dolanıyordu. Oradan da çıkacağı yoktu. 

Sıkıldı bu durumdan. Terlemeye başladı. Ama aslında terlemiyordu. Terliyor fikri söz konusuydu sadece. Kadını aradı gözleri. O da olasılıkla bu kavşağın çevresinde dolanıp duruyordu. Ona bir iki söz söylemek istedi. Ama bunu istemiş olmanın ağırlığı altında ezildi. Kendini suçladı. Nefret etti. Son çocuklukta yaptığı gibi, kendini cezalandırmak istedi. Vazgeçti. Yürümeyi sürdürdü. Bir an niçin yürüdüğünü, neye varmak için bunu yaptığını unuttu. Yaşlanıyorum, herhalde diye düşündü. Ama yaşlanıyor olmanın bu çağda nasıl bir değere sahip olduğunu bildiğinden olsa gerek üstünde pek durmadı. 

Dııt, Dıtt.

Kadın telefonun öbür ucundan, Ne var? Dedi. Elinin körü, diyesi geldi adamın. Demedi. Öylesine aradım. Onu da demedi. Ki bu yelkenleri indirdim. Hadi barışalım havasında olacaktı. Aile danışmanına bugün gidiyor muyuz? Ne yapayım o kaltağı? Dedi kadın. Önce kendine bir baksın. Görünümünün görünümünü reddedenlerle işim yok benim. 

Adam, saçmalama diyecekti. İkimiz için çok önemli bir şey bu. Yoksa yollarımız ayrılacak. Görünümler ile bedenler ayrı ayrı yolları tutacak. Ki bu insanın bedeninden sürülmesi anlamına denk düşecekti. Çağın en büyük cezası buydu. 

Kadın oralı değildi. Ayak seslerinden kadının hala yürüyor olduğunu anlıyordu. Adam telefonu kapattı. Önüne baktı. Baktığı yönde kavşağın dönel kısmı vardı. Dönmeyi sürdürdü. 

Dönme eyleminin, neyi merkeze aldığını düşündü bir an. Bir şeyin çevresinde dönüyor olmanın onu hep aynı noktaya getirip getirmeyeceğini düşündü. Sonra dönmek eyleminin ne olduğu üstüne soru sordu kendine. Ancak bu kadarının sorulmasına izin vardı. Buyruklar kesindi. Düşünce polisi her an bir sinyalle onu uyarabilirdi. Bundan korkmuş olacak, evden çıktığında ocağı kapatıp kapatmadığını düşünmeye başladı. Başlangıç yeri orası, dedi kendine. İşe oradan başlamak gerekiyor. Oradan başlarsam bütün bunların ne demek olduğun anlayabilirim belki. 

O zaman birden başa döndü adam. 

Barbarları Beklerken, No: 1, 2019




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Frantz Fanon ile Kalkınmayı Sömürgesizleştirmek (Benjamin Selwyn)

Çaresizce Susan'ı Aramak (Terry Castle)

Alexander Dugin'in Kozmik Savaşı (Matt Mcmanus)*