AradaSever-Zafer Aracagök

Ankara. Güven Park. Eşyaların mekanı. Öyle olduğunu bildiğimden değil. Buluşma mekanı olarak duyduğum için bir yerlerden. Yedi sene burada-yok hayatımdan sonra hiç-bilmem-ki ben-oraları bir şehir. Ankara. Güzel Ankara. Yıllar sonra iyice belleyecektim hiçbir bahtı karaya çare olmayacak. Kıskançlık nedir bilmezdim ben. Orada öğrenecektim. Serbestlik yok. Kağıtlarda yazardı, kartlarda yazardı, Ankara’da öleceksin diye. Ama ölmedim. Hayatımın en ağır travmasını yaşayacağımı bilemezdim seksenler. Oysa ben seksenlerde burada değildim. Hiçbir yer. Haydi gidelim. Gitmeyelim. Burada dostuklar çok iyidir, demeler; insanlar evde buluşur eğlenir, demeler. A Bar, Graffiti, Road House’lar. Olympos’u da Ankara’da keşfetmiştim, nerdeyse bir asır önce. Göbek atanlar orayı istila etmeden önce. Kandilli arkadaşım vardı o zamanlar: çınar altı kafede otururken her gün cehennem sıcakta denize girmeden ki en son hap yoğurt yerdik bütün yenebileceklerin en sonunda. Adam Almanya’dan gelmiş bizi minibüsüne alıyor; dikiz aynasında çocuklu aile fotoğrafı ve bizi zorla pansiyona bırakıyor; akşam pansiyonun önünden geçen sulama kanallarına kafasını çarparak yanımıza geliyor ve diyor ki bu akşam kurudan da yaştan da herşeyden gittim ve bıçağını gösteriyor, bizde kuru var lucy var. Dönüşte Ankara, Güven Park. Olympos her türlü umudun kırıldığı yer: bir cinayete kurban gitmenin bile ki tıpkısı yıllar sonra Maastrich’te yaşanacaktı. Geç vakit akademiden çıkışların birinde eve gitme otobüsüne binecekken sakallı adam bira teklif ediyor, uyuşturucu mafyasının eline düşmek gibi. Yine de hiçbir yer Ankara’nın olumsuzlama gücüne sahip olamazdı. Tenimin, arzularımın benden alındığı yer ve aynı zamanda bilerek, isteyerek.

O zaman bu kitap ve daha sonra yazacaklarım sanırım teni esir vermek ve bir başkasının tenini, arzularını esir alayım derken tamamıyla esir olmakla ilgili. Başkası derken felsefi düşüncelere girmeye hiç gerek yok. O öteki değil çünkü. Öteki olsa böyle yazamazdım, böyle konuşamazdım. Bu bir travma olmazdı o zaman. Ten insan vücudunun sadece dış yüzeyini oluşturmaz; deneyimlenen her şeyin kanla, çiviyle, testereyle, kesik kavramının oluşturulduğu herşeyle alakalıdır. Ten tutar ya da tutmaz. Tutması ölümcül; tutmaması alkolle ilgilidir. Tenin tutmak isteyip tutmasına izin verilmediği yerde alkol sedye olur ve bütün hastaneler kapalıdır. 

En erken dönemlerde ki bu erken dönemlerin her zaman daha erken dönemleri vardır ve bunları hatırlamak ya da unutmakla geçer bütün ömrümüz – en erken dönemlerde bir kuzunun kurban edildiği bir hatırayla başlayan ya da başladığını hayal ettiğim o dönemlerde, kapılar üstüme kapanmış ve kaderinden kaçamazsın cinselliği ön plandayken dünyanın bütün erkekleri Sean Connery kılığına bürünmüş İzmir’de 70’lerde Kemeraltı girişine konmuş o helezonlu üst geçitten geçme yarışına girmiş. Hepsi benim ilerlemek istediğim yönün aksi yönünde ilerliyor ve Karşıyaka sıfır Göztepe bir. Güvenpark Zardoz.

Uçuruma çok erken yaşta düşmek gerektiğini erkenden de erken öğrenmiştim. Kuzu kurban edilmiş, babaya hakkı teslim edilmişti. Arada-sever’lerden olmaya kararlıydım. Ehliyetsiz olmak olmaz babacım gel seni mühendis yapalımlar, doktor yapalımlar, arada binmeler, arada inmeler, frensiz aşklar ve yine Ankara. Arada-sever’lerden olmanın şu tür avantajları vardı ve bunların arasında en önemlisi kara delikle yıllara göre değişen ama sürekli bir gelişme içinde olan yakınlıktı. Yakınlık deyince mesafenin azaldığını ya da kaybolmaya yüz tuttuğunu düşünmeyelim hemen. Bu öyle bir şeydi ki, ister kara deliğin kıyısına kadar gelmiş olun, ister kara deliğin uçurumuna yuvarlanmış olun, arada-sever olmak her durumda size ne dibi boylattırıyor  –  tabii dip diye bir şey vardıysa eğer  –  ne de uçurumdan tamamıyla bağımsız kılıyordu. İçkili bir yemekten sonra Gölbaşı’ndan Ankara’ya dönerken lokantada unutulan çantayı almak için yolun ilerisinden bir U dönüşü yapmak yerine sizle birlikte ilerleyen otomobillerin aksi yönüne geri geri giderek Gölbaşı’na dönmek gibi bir şeydi. Ne hayat hayattı ne de ölüm ölüm. Sakın yanlış anlaşılmasın, iki arada bir derede değil, arada-sever olmak. Bunu beceremeyenler ya intihar ediyor ya da evleniyorlar, ya da ikisini birden yapıyorlardı.

Geleceğimiz oydu: arada-sever’ler. Öncekilerin aksine, arada-sever’ler Uyurgezer Situasyonistler’in en yakın dostlarıydı. Aralarındaki tek fark, birinin sürekli ayakta uyuyor olması, diğerininse uyku kavramına sahip olmamasıydı. Dostluk ise sürekli yürüyor olma halinin, arada-sever’lerde yürümekle yürümemek arası bir duruma dönüştürülmüş olmasından kaynaklanıyordu. Duruyorlar mıydı? Hayır! Yürüyorlar mıydı? Hayır!

Sonraları ve daha da sonraları benzer yerler olmadı değil ama hiçbiri Olympos’un hayat kilitleme eşiğine denk düşen bir eşik oluşturamadı. Oradayken eşikte durulurdu; hayatın kilidi kanlı canlı kusmalı spermli kaslı kıllı aşırı sinirli eğlenceli en mahvedici kasılmalarıyla yatakta deniz kıyısında ormanda dağlarda çadırlarda pansiyonlarda en gulyabani biçimiyle tahta çıkardı. Şu an  –  ki şu an diye bir şey kalmadı artık  –  düşünüldüğünde, yüzyıllar öncesinde, belki Göbeklitepe’de bile varolmamış bir figürsüzlükle eşdeğer kendi dışında durmalar, kendini kara delikten çıkmamacasına kafa deliklere teslim etme kaymaları, ten kaymaları, dil kaymaları, bilinç kaymaları, arzunun bile henüz varoluşa geçmediği, arzuyu öncelleyen otomatik delik kaymaları, her nerede olursa olsun. 

Ardından ormanda arada-sever koşuşturmacaları ki geçmişi Hamlet’e kadar uzanır. Ne şekilde okursanız okuyun, Hamlet’in hikayesi eşiğinden çıkarılmış bir kapının üstünüze karabasan gibi çökmesinin hikayesidir. Onlar hep ormanda koşarlar, ağaçlardan düşen yaprakları toplarlar. Karabasan dediğime bakmayın, zira karabasansız bir hayat cıvanın asla kulağınıza dökülmeyeceği bir hayattır ki sonsuz bir yavanlık, malzemeleri pişmemiş bir çorba gibidir. Macbeth’in büyücülerinin çorbası bile yanında olağanüstü gerçek kalır. Oysa, gerçek büyü, arada-sever’lerin yaptığı gibi çalışmayan bir büyünün peşinde koşmaktır. Çalışmayan bir büyü yapmak, harcanılan onca emeğe rağmen, büyünün çalışmamasını arzulamak, Olympos’ta hayalini kurduğunuz bir yaşamın, hiçbir şeye sahip olmadan sürdürmeyi düşlediğiniz bir hayatın, yani ne emek, ne sömürü olmadan yaşanabilecek bir hayat hayalinin, yani hayatın kilitlendiği bir anın, tekrar Güven Park’ta bütün yoksulluğa rağmen, ne-olursa-o arzu üretimi seviyesinde canlanabileceği umudunu yaşayabilmektir. Her yer karanlıktır ve karşınıza kim çıkarsa, olan odur. Alcatel telefonlar, pilsiz. Ayasofya ibadetsiz, Göbeklitepe’de kan içilmektedir. 

Ankara Ankara olmaktan çıkmıştır  –  merkezkaç  –  arada-sever’lere göre. Yerçekimi bitsin, deniz arasıra. İlgilidir. Tenin tutmak isteyip tutmasına izin verilmediği yerde alkol sedye olur ve bütün hastaneler kapalıdır. Karadeniz: Ara-deniz.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Frantz Fanon ile Kalkınmayı Sömürgesizleştirmek (Benjamin Selwyn)

Çaresizce Susan'ı Aramak (Terry Castle)

Alexander Dugin'in Kozmik Savaşı (Matt Mcmanus)*