Suç ve Edebiyat: Bir “temizlik” girişimine karşı (Oğulcan Yiğit Özdemir)

*Barbarları Beklerken Sanat Kolektifi olarak 19 Aralık Katliamı'nın faili Hikmet Sami Türk'ün Varlık Dergisi'nin son sayısında yer alması üzerine yazdığımız bildirinin açtığı yoldan Oğulcan Yiğit Özdemir konuyu ve tartışmayı derinleştirek bu yazıyı kaleme aldı. Failler yargılanmadığı ve eleştirilmediği sürece "edebiyatçıların" işlediği suç devam edecektir.   



Suç ve Edebiyat: Bir “temizlik” girişimine karşı

Başlıktaki ilişki her söz konusu olduğunda, akla öncelikle suçu konu edinen edebiyat gelir. Ancak bunun yanı sıra, suçlu edebiyatçılar olduğu kadar, edebiyatın işlediği “suç”lardan da söz etmek gerek. Dolayısıyla meselemiz akılcı yürütmelerin basit tatminini okura sunan kimi sıradan polisiye eserlerden çok, edebiyatın “hijyenikleştirilmesinin” de aracı olan, klinik ve kriminal yapıları incelemek. 

Konunun açıldığı yer, 19 Aralık katliamı sırasında Adalet Bakanlığı görevinde bulunan Hikmet Sami Türk’ün Türkçe edebiyatın kanonlarıyla ilgili Varlık dergisinde kalem oynatma arzusuna kapılması. Behçet Necatigil’den, yaşamdayken verdiği konferanslardan bahsediyor. Öyle ki, sanki mahpusluğun ve düşünmenin bunca iç içe geçtiği, onlarca yazar, sanatçı ve siyasinin ifadelerinden ve politikalarından ötürü suçlu olarak hüküm giydiği günlerde, sanki hiçbir şey olmamış gibi, Çetin Altan’ın deyimiyle “havadan sudan” söz açar gibi edebiyattan söz alıyor.

Suçu konu edinen edebiyat

O halde bize de suç ve edebiyatın nasıl iç içe olduğunu, has edebiyatın bunları birbirine katık ettiğini, ihlal içerdiğini gösterme vazifesi düşüyor. Bu ihlal ki, yasaları yüze çarpacak güçte olsa gerek.

Bu başlıkta ilk aklıma gelen, elbette Dostoyevski. Çara karşı işlediği suçlardan gönderildiği Sibirya sürgünü sonrasında Stepançikovo Köyü’nü yazar ki en başarısız romanlarından addedilse de kumar borçlarını ödemesi gerekmektedir. Dostoyevski Çarlık politikası ve dinini eleştirmediğini, yalnızca “insan kibri ve karakteri”nden bahsettiğini savunsa da, gönderildiği sürgünün izleri edebi muhasebesinde derin bir yer tutacaktır.

Kanonik eseri Suç ve Ceza’da, yasaların her şeyden önce kamu vicdanında haklı çıkarıldığını, bunun da tek tek bireylerin işlediği ve göz ardı ettiği suçlar ve inayetler toplamı olduğundan dem vuracak, suçun şahsiliği ilkesine ve merhamet duygusuna göz kırpacaktır. Üç kuruş için işlediği bir cinayet, sonunda bir öğrenciyi hayatla derin bir muhasebeye götürecek, bütün tiranların ve fatihlerin bastırdığı sesi işitecektir.

Suçluların edebiyatı

Akla Jean Genet’nin gelmemesi mümkün değil. Homoseksüelliğin suç, suç olmadığında ise büyük bir ahlaki düşkünlük ve ceza gerektiren bir eylem addedildiği kıta Avrupası’nın geçmiş yıllarında, lağımlarla iç içe bir yetimlik ve hırsızlık hayatını sürdüren bu genç adam, hapisteyken yazdığı romanı Jean Paul-Sartre’a gönderir. “Hırsızın Günlüğü”, suçluların bedenleri ve yaşantılarını övmenin yanı sıra, Rimbaud’nun çağrısında bulunduğu “gerçek yaşam”a bizden çok daha yakınsadıklarını da gösterir.

O halde suçlunun da bir hayatı olduğu, onun da bir yaşantılar zengini olabileceği, toplumun dışına itilmesinin sebeplerini aramak yerine, bu yaşantıların değerinin çoğu sıradan ve ahlaklı yaşama ağır basabileceğini bize gösterdiği ve “toplum” denilen mahpusluğun altını oyduğu için ona bir kez daha teşekkür etmeliyiz. O toplum ki sessiz, suskun ve yüreksiz.

Hikmet Sami Türk’ün neden Varlık nezdinde ödüllendirildiği şimdi daha net anlaşılıyor. Çünkü toplum adına, toplum için söz alıyorlar.

Edebiyatın işlediği suçlar

Eh, bu noktada çok da uzağa gitmeye gerek yok. Bu suçu işleyen görkemli bir anıt, her ne kadar naaşı ülkemize gelmemiş de olsa, bizim topraklarımızda büyümüş en gölgeli, en bir serin çınar: Nâzım Hikmet. Ona kalırsa Kuvay-i Milliye Destanı'nı yazmak, düzenin ekmeğini yemek için bir kapı açmak değil, kadük milli duyguları övmek ve ülkesinin sömürgecilere karşı verdiği mücadeleyi yüceltmek içindi. Elbette, bu yetmedi. Hapse tıkıldı ve ömrünün baharından 13 yıllık takvim yaprağı koparıldı.

Mahpusluktan gücenmedi, en büyük eserlerini, Yaşar Kemal’in yüzüne söyleyiverdiği gibi “hapiste Nazım oldun” dedirtecek denli yüksek perdeden, demir parmaklıkların arkasından söyledi. Bir siyasi mahkûm olarak.

İdamı istendi, vatan haini ilan edildi, ülkeden sürgün yedi, kaçmak zorunda kaldı. Hepsinin arkasında, bugün Aysel Tuğluk’tan başlayarak pek çok siyasi mahkûmu demiri toz ederler misali hücrelere tıkan o kuvve vardı, hala da var.

Hikmet Sami Türk de onlardan biriydi ve Varlık’ta konuk yazar olması, rindmeşrep yazılara soyunması bu hakikati değiştirmeyecek.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Frantz Fanon ile Kalkınmayı Sömürgesizleştirmek (Benjamin Selwyn)

Çaresizce Susan'ı Aramak (Terry Castle)

Alexander Dugin'in Kozmik Savaşı (Matt Mcmanus)*