tag:blogger.com,1999:blog-52602319234564658452024-03-22T07:16:55.303-07:00BARBARLARI BEKLERKEN Barbarları Beklerken Sanat Kolektifi
iletişim: barbarlaribeklerken@gmail.comdolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.comBlogger70125tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-2995078826080812024-03-22T06:09:00.000-07:002024-03-22T07:16:23.376-07:00Barbarları Beklerken Deprem Özel Sayısı/Yıkım ve Bellek <div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhW2zoFDiEknr3CToORWHrALhZJ5TK7nAoBn895PNvP5AtbZIcUpe1HwC4Hl3kJCf5sT-phSVcctFgbDEMjgn61BEADCRHf_z5UdgQ_iHq0Mh9PjPDyvkspXYlHRwtDlyKucTQWA06fQYIpmbYQ63cxm0ATj-Obbn5q2GYmUp3l7szbc2i7vFo_1F0tyWM/s1080/IMG-20240228-WA0017.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1080" data-original-width="1080" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhW2zoFDiEknr3CToORWHrALhZJ5TK7nAoBn895PNvP5AtbZIcUpe1HwC4Hl3kJCf5sT-phSVcctFgbDEMjgn61BEADCRHf_z5UdgQ_iHq0Mh9PjPDyvkspXYlHRwtDlyKucTQWA06fQYIpmbYQ63cxm0ATj-Obbn5q2GYmUp3l7szbc2i7vFo_1F0tyWM/s320/IMG-20240228-WA0017.jpg" width="320" /></a></div><p><br /></p><p><b><i>Anlatının Eşiğine Dair Bir Giriş/İlker Cihan Biner </i></b></p><p>"Anlatma söz konusu olduğunda hazır kalıplar yoktur. Geçmişte ise yaşanan her şey olduğu gibi aktarılamaz. Fakat hafızayla ilişkili anlatmak için etik perspektiflere ihtiyaç var. Şu soru sorulabilir: Egemen olan söylemlerin/eylemlerin ötesinde, meseleleri ortaya koyan, karanlıkta kalanları/sesi duyulamayanları nasıl bir düzenlemeyle su yüzüne çıkarmalıyız? İlki, kesik kesik, mırıltı yaratan, karmaşıklığı göze alan, anlatıya tanıklığı katan metinlerin, şiirlerin, resimlerin ya da tasarımların mümkün olabileceğini söyleyerek başlamalı. İkincisi, Beckett'e selam çakarak “devam edemem, devam edeceğim” deme gücünü bulabilmek."</p><p><br /></p><p><b><i>Siz Hiç Öldünüz Mü!/Mehmet Muhtar Salmanoğlu</i></b> </p><p>"Sadece Şubat değildi ölümün adı; başını sokacak ev aradığı, kapı önlerinde bırakıldığı ve yeniden ama yeniden her gün öldüğü zamandı. Evinden kovulmuşların, şehirden şehre savrulmuşların, tutunacak bir dal arayanların dallarının ellerinde kaldığı, acındığı, ötelendiği, kendi yurdunda paryaların utanç fotoğrafıydı. </p><p>Evlerine sürgündüler, göçebe ruhlar taşıyorlardı her şehirde. Uykusuz gecelerde, her sarsıntıda Şubat’ı anbean yaşıyorlardı. Savrulmuştular, gittikleri hiçbir ev kendilerine yurt olmamış, ev üstüne ev kurulamayacağını yaşayarak öğrenmiştiler. Üryan, yalnız ve Antakyasızdılar."</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhVB1bxChOBW09qcPeXXfPWEtJHMJF97KnBXC7vsKBXwNuKtX3pm4n8n4qar9TW1tlHQF17GcamvAHsz4b9rI_rtR5K6Wu7NeQiviLlqbwO02OtzxEb8vhpzbkl0US-o0Dwnt2bN_ANwqXLyqLgI5iDtyAh0Yi9stk2GaBcTMXGviQWc0fYQxJIkrbCUyk/s1600/IMG-20240322-WA0007.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1600" data-original-width="1201" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhVB1bxChOBW09qcPeXXfPWEtJHMJF97KnBXC7vsKBXwNuKtX3pm4n8n4qar9TW1tlHQF17GcamvAHsz4b9rI_rtR5K6Wu7NeQiviLlqbwO02OtzxEb8vhpzbkl0US-o0Dwnt2bN_ANwqXLyqLgI5iDtyAh0Yi9stk2GaBcTMXGviQWc0fYQxJIkrbCUyk/s320/IMG-20240322-WA0007.jpg" width="240" /></a></div><p> <b><i>Fotoğraf: Dilay Kababıyık </i></b></p><p><b><i><br /></i></b></p><p><b><i>Dayanışmadan Süzülen Umut/Sibel Tekin ile Söyleşi/Hazırlayan:Dolunay Aker </i></b></p><p>"Duvarsız Odalar: Dayanışmadan Süzülen Umut belgeseli ile Türk Tabipleri Birliği ve sağlıkçıların çalışmalarına tanıklık ettim. Yıkımın yarattığı çaresizliğe rağmen oradaki dayanışma gerçekten umut oluyor. Ama ne yazık ki yıkımın o büyüklüğünün yanında da küçük bir damla olarak kalıyor. Dayanışmayı ve mücadeleyi büyütebilmek için daha birbirine dokunan, birbirinden haberdar olan çalışmalar gerekiyor. Uzun bir süre hayatın yeniden kurulması için çalışmak gerekecek gibi gözüküyor ve deprem gündemini de hiçbir zaman bir kenara bırakmamamız. Biz belgeselcilerin bir görevi de bu gerçekliği unutturmayacak işler üretmek."</p><p><br /></p><p><b><i>Yıkım ve Bellek/Ömer Burçin Özkişi </i></b></p><p>"Bellek nedir ? Birçok bilimsel tanımı vardır elbette ama benim için bellek, bir direnişin kozasıdır, bir isyanın mayası. Çünkü bellek yıkımın ardından kimsesiz kalanların kimsesizlerle olan dayanışması ve muktedirlerden sorulacak hesaptır. Gün belleği diri tutma ve her gün her gün tazeleme günüdür. Çünkü geçmişle gelecek arasında çelikten bir köprüdür bellek, aldığı suyu asla unutmayacak olan."</p><p><br /></p><p><b><i>Dirimden Yapılmışız Biz! Dirileceğiz!/Muhsin Boz </i></b></p><p>"Antakya, depremler nedeniyle geçmişinde yedi kez yıkıldı ve yeniden inşa edildi. Önceki inşaları ve geri dönüşleri periferden merkeze doğru mu oldu bilmiyorum ama sanki bu defa böyle olacak. Portekizli şair ve yazar Fernando Pessoa (1888-1935), “Huzursuzluğun Kitabı” adlı eserinde, “Ölümden yapılmışız biz…” der. Gerçekten de şimdilerde Antakya aynı durumda. Her tarafından ölüm fışkırıyor. Ölenler, ölmeyip güya sağ kalanlar, evler, caddeler, sokaklar, meydanlar, hastaneler, tarihi binalar… </p><p>Öldüler ama eninde sonunda yeniden dirilecekler. Dirilişin, dirimin en kısa zamanda olması, hepimizin arzusu. O halde büyük usta Fernando Pessoa’nın öte dünyasına, Antakya’dan seslenmenin tam zamanı:</p><p> “Dirimden yapılmışız biz! Dirileceğiz!” </p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjR1I-8EfyWDvWpvgeQklWpU6E5mvEIECcsbdvpwW-M1EP97PA67dxFFlL23oc3HogxE2yqEqg_ZwmapcXHNIgx1ZtcXkAS5zUyraMpMbdDe3YTvenUoMTn8S_9rO7iOXilcwntwPns8uQ8jnuTCEnSIKfBjBves18HMuXtxxtDMWbjnWER_9qNpgCNgkc/s1600/IMG-20240322-WA0008.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1600" data-original-width="1201" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjR1I-8EfyWDvWpvgeQklWpU6E5mvEIECcsbdvpwW-M1EP97PA67dxFFlL23oc3HogxE2yqEqg_ZwmapcXHNIgx1ZtcXkAS5zUyraMpMbdDe3YTvenUoMTn8S_9rO7iOXilcwntwPns8uQ8jnuTCEnSIKfBjBves18HMuXtxxtDMWbjnWER_9qNpgCNgkc/s320/IMG-20240322-WA0008.jpg" width="240" /></a></div><p> <b><i>Fotoğraf: Dilay Kababıyık </i></b></p><p><br /></p><p><b><i>Bizden Eksilen Ne Oldu?/İsmail Cem Doğru</i></b> </p><p><br /></p><p>"Depremde iki önemli trajediyle karşılaşıyoruz. Yıkımlar ve ölümler… bu durum dünyanın her yerinde oransal anlamda farklılıklar gösterse de iki trajedinin varlığı anlamında farklılık gözlemiyoruz. Oransal farklılık yıkılan binaların öldürdüğü insan sayısıyla kıyaslanınca ortaya çıkıyor. Dolayısıyla ölümler de yıkımlara bağlı geliştiğine göre, bu coğrafyada yıkılması güç binalar tasarlama eğiliminin en öncelikli konumuz olması ortak aklın uzlaşı alanında kendine kolaylıkla yer bulmakta zorlanmamalı… çünkü dünyanın geri kalanında ölüm oranları bu şekilde azaltılıyor. Bu durumda aklımızın çeperlerini yıkan bir soru bu satırları da işgal etmek zorunda: Bir binanın yıkılma ihtimali ülkedeki insanların önceliği haline neden gelemiyor? 6 Şubat sürecinden sonra gördük ki tarihin en büyük yıkımı ve can kaybına rağmen o binaların insanlara mezar olmasıyla ilgili kimseye net bir sorumluluk tanımlanmamış… hatta böyle bir kaygının varlığından bile söz etmek olanaksız. Binayı tasarlayan, tasarımı uygulayan, bunu denetleyen ve denetimle birlikte uygulamayı onaylayan makamlar hep bir ağızdan sorumlulukları yerine getirmeyi hatırlatıp konuyu irdelemek isteyen cümleleri yok sayıyor. Yine de bir sorumlu göstermek gerektiği için sayfanın o kısmını boş bıraktıklarını söyleyemeyiz. Peki kimi suçluyorlar? Hepsi bir ağızdan “deprem çok şiddetliydi” dediğine göre en önemli suçlu depremin kendisi. Dolayısıyla depremin olmaması tek çaremiz… Zaten ilgililerin kurduğu cümleleri alt alta eklerseniz depremde ölmemenin tek yolunun depremlerin yaşanmaması olduğunu anlayabiliyoruz."</p><p><br /></p><p><b><i>Kan ve Sözcükler/Önder Karataş </i></b></p><p>"Büyük yıkımlar sözcüklerde tükenen anlamı yeniler. Eskisine olmasa bile yenisine kapı açar. Ne sözcük eski sözcüktür, ne dil eski dildir. </p><p>6 Şubat depremi, kapitalizme özgü tüm kötülükleri uçtan uca birbirine bağlayarak insan canına ve emeğine çöken bir arsızlığın varacağı sınırları göstermiştir. “Olağan kapitalizm” koşullarından can pazarına çabucak nasıl geçilir? Sorunun cevabı doğanın sert hareketiyle apaçık ortalığa dökülür. Karl Marks’ın Kapital’i yeniden okunur, anlaşılır."</p><div><br /></div><p><br /></p><p><br /></p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-71699380472786637142023-11-19T07:38:00.000-08:002023-11-19T08:23:43.520-08:00Çaresizce Susan'ı Aramak (Terry Castle) <p><b><i>Çevirmenin Notundan Bir Bölüm</i></b></p><p><i>Susan Sontag’ın kişiliğinden yola çıkan ve bir yazarı tarihteki yerine tevdi etme amacı taşıyan bu metnin özgün hâli yıllar önce, 17 Mart 2005’te London Review of Books’ta yayınlandı. Metin, Terry Castle imzası taşıyor ve Castle’ın Sontag ile tanışıklığına, bundan ileri gelen izlenimlerine dayanıyor. Yazarın Sontag’ın eserlerine yaklaşırken izlenmesi gerektiğini düşündüğü tavrı özetliyor, bu tavra giden yolda Sontag’ın kişiliğini, ele alınışını ve bir kültür sahnesini eleştiriyor. Metinde, Sontag’ın ve eserlerinin ele alınışı üzerinden ABD ana akım kültürünün, medyasının bir eleştirisi de mevcut. </i></p><p><i>Fakat en önemlisi, Sontag metinde bir vaka olarak beliriyor. Kanonik bir figürün eleştirisini, bu figürün içinde bulunduğu ilişkilere de değinerek veriyor Castle. Belki de yazarın işi; dokunulmaz olanı kurcalamak, onu dokunulmaz kılanın peşine düşmek, bunu yaparken de eleştirinin nesnesine bağlı değerin esasında nerede yattığını aramaktır. Castle, bir yandan da burjuva kültüre içkin bir yozlaşmayı Sontag özelinde betimliyor. Düşüncelerini kimi zaman oldukça alaylı bir dille ifade ederken bile Sontag’ın hakkını yememeye çalışıyor, bir yandan da ona acıyor. Kapitalist üretim ilişkilerinin kültürel hayatımızdaki sonuçlarından biri de bu ilişkiler bütününün, belki de gelecekte kültürü dönüştürebilecek sanatı üretme yeteneğine sahip genç özneleri yoksullaştırması, taraftarı kılması, kendi çelişkilerine hapsetmesidir. Sontag bu yüzden ya da bunlara rağmen oluşuyla olabildiği özne olmuş, yaşamış ve ölmüştür. Yalnızlığı da bunalımı da kendini arayıp bulamadığı yerler de çelişkileri de bunlara dairdir belki.</i></p><p><i>...</i></p><p><b><i>Çeviri: Hüseyin Serhat Arıkan </i></b></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjMB2hr7cZktJfTO6Mi95w09B5LwU1zJTZN6WLb3ZDWY2IKqRxFebYXD75E_YUKYMH48MJaqEB2YdrPkGftkTW9O7DLWSSuSFxAB44fShkB3uV9_V2S-6gdVqB2tNxvPLE3a2l63wcGHY4rHFOgLtde3QuO9NwW32brJEoYR6qWcJ46BF3B7RpSNyouo3I/s1000/IMG-20230610-WA0007.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><i><img border="0" data-original-height="1000" data-original-width="800" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjMB2hr7cZktJfTO6Mi95w09B5LwU1zJTZN6WLb3ZDWY2IKqRxFebYXD75E_YUKYMH48MJaqEB2YdrPkGftkTW9O7DLWSSuSFxAB44fShkB3uV9_V2S-6gdVqB2tNxvPLE3a2l63wcGHY4rHFOgLtde3QuO9NwW32brJEoYR6qWcJ46BF3B7RpSNyouo3I/s320/IMG-20230610-WA0007.jpg" width="256" /></i></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><i><br /></i></div><div><div><i>Birkaç hafta önce kendimi, Susan Sontag’ın fotoğraflarını ekran koruyucu dosyama eklemek için taratırken buldum: Newsweek’ten kesilmiş küçücük bir vesikalık; New York Times’ta çıkmış ikisi daha, Allan Gurganus’un vefat ilanının yanına basılmış ve Advocate’ta -genel olarak spor salonu arkadaşlarına, gey ‘sitcom’ yıldızlarına ve et yiyen bakteri hastalığına adanmış gösterişli bir gey ve lezbiyen dergisi- yayınlanmış bir başkası. Bu, göz kamaştırıcı ve mevta zatıalileri için yapabileceğimin en azı gibi geliyordu bana. İndirdiğim en güzel fotoğraf Peter Hujar’ın 1970’lerde çektiği fotoğraftı; “Ben, Vesaire (I, Et Cetera)’’nin çıktığı zamanlar. Susan fotoğrafta ince, gri bir balıkçı yaka giyiyordu ve sırtüstü duruyordu- kolları yukarıda, kenetlenmiş elleri üstünde dinlenen başı ve çerçevenin sağında bulunan bir noktaya sabitlenmiş duygusuz bakışlarıyla. Bu fotoğrafta beğendiğim şeyin hafiften ukala bir boyutu vardı: hayata sadık bir niteliği. Şimdi, üç beş saatte bir, o dijital formatta, kaygısız, pırıl pırıl, düz göğsüyle ekranımda belirip hareketleniyor. </i></div><div><i><br /></i></div><div><i>Şüphe yok ki yüzlerce (belki binlerce?) insan Susan Sontag’ı benden daha iyi tanıyordu. Bizimki on yıl boyunca bir kesilen bir tekrar başlayan, yarım bir arkadaşlıktı; rol yapmakla ve nihayetinde karşılıklı bir rahatsızlıkla sınırlanmış bir arkadaşlık. Geçen yıllar boyunca büyüyen hayal kırıklığımı gizlemeye çabalıyordum, özelikle New York’a gittiğim seferki talihsiz ziyaretimde, belki bilmem kaçıncı defa, beni Saray Bosna kuşatması, patlamayan bombalar ve bir de zavallı Joan Baez’in onun otel odasından çıkmaya korktuğu zamanla ilgili sohbetleriyle eğlediğinde. Sontag, kollarını havada çırpıp o -basının “yele’’ nitelemesi yaptığı- erkeksi saçlarını kibirle savurmuştu. Bir şarlatan o kadın! Hem de ertesi gün Kaliforniya’ya dönmeye çalıştı! Haftalarca kaldım orada. Bütün bombardıman boyunca tabii, Terry. Sonra uzun uzun düşündü. Baez’le tanışmış mıydım hakikaten? Saklasa da bir lezbiyen miydi Baez? Ona bir zamanlar bu folk şarkıcısının arkasında bankomat için sıra beklediğimi (Baez, Stanford’da yaşıyor) ve fırsattan istifade ensesindeki saçları incelediğimi itiraf etmiştim. Sontag, o sırada bir rakibin varlığını sezerek bu heyecansız olayı bir an düşündü; fakat sorduğu soruların ardından, kırklarındaki bu San Fransisco’lu kız kölesinin onu hâlâ Bayan Mücevher ve Pas’a [çv. Baez’in popüler şarkısına gönderme] tercih ettiğinde karar kıldı.</i></div><div><i><br /></i></div><div><i>İlişkimiz, en iyi hâlinde bile, Dame Edna ve onun çelimsiz yardımcısı Madge’in ilişkisi gibiydi- ya da muhtemelen Stalin ve Malenkov’unki gibi. Sontag yüce bir kişilikti, bense onun şakşakçı ayak işçisi. San Francisco’ya ne zaman gelse -ki genelde yılda bir veya iki defa olurdu bu- ansızın onun kadın yaveri olurdum: Bir telefon görüşmesiyle her şeyi (Stanford’da vermem gereken dersleri bile) bırakıp onu çeşitli Tower müzik mağazalarına, Çin mantısı yapan restoranlara götürecek tek kadınlık bir heyet. En önemlisi; onun seyahat harcamalarını karşılayan bilmem hangi kurumun aptallığı ve cehaletini, kimsenin onun The Volcano Lover romanının gerçek değerini takdir etmediğini, San Francisco şehir merkezinde doğru düzgün bir kuru temizlemeci bulamadığını vs. vs. anlattığı bitmek tükenmek bilmeyen şikayetlerini anlayışla dinlemekte ustalaşmıştım. </i></div><div><i><br /></i></div><div><i>Aslında, -en azından benim durduğum yerden bakarsak- ilişkimiz harika başlamıştı. Şu an bile itiraf etmem gerekir ki en başlarda, Sontag bana yetişkin hayatımın en tatlı (hatta en eğlenceli) anlarını yaşattı. İlki, 1996’da Stanford’ın büyülü gri bir gününün sabahında, ödev okumakla cebelleştiğim birkaç saatin ardından, gönderen adresinde New York yazan kahverengi tuhaf bir zarfı açtığımda oldu. Zarfın içindekiler -Charlotte Brontë üstüne yazdığım bir yazıya dair bir hayran mektubu ve Sontag’ın gösterişli bir biçimde imzalanmış Alice in Bed kitabının bir kopyası- başımı döndürmüştü. Onu on yıllarca putlaştırmış biri olarak- ki ‘’Notes on Camp’’i ilk okuduğumda dokuz yaşında küstah bir çocuktum - Pallas Athene’nin önümde bir anda belirdiğini ve bana bir bardak abıhayat sunduğunu düşünmüştüm. (Ey yüce Susan! Kadın Zekasının en aziz tanrıçası!) Bilinçsizce oradan oraya dolaşmış, bana ilettiği notu birçok arkadaşa göstermiştim. Bugüne değin, ne zaman o ânı hatırlasam, hâlâ tuhaf ve zehirli bir yetişkin hazzı duyarım -bir poşetten uhu koklamışım gibi. </i></div><div><i><br /></i></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgGF0RRG7LKCO3llM4o0CCk5uMmt2emKHf5SUUenOthKSOK2d4W7559nXFgkl0ymdwaO-DbnfFVOs9akfoerirmXmsond7LIcQJ-oR_knVTT9gO7_A8ziZi1n3pTv083XYQwwuqfYr_qPMoiRd9YlZzlb2o2oH0othNbv-WxDa6kk1QvgvqG-e6gSf63F0/s1073/FB_IMG_1700407407991.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><i><img border="0" data-original-height="720" data-original-width="1073" height="215" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgGF0RRG7LKCO3llM4o0CCk5uMmt2emKHf5SUUenOthKSOK2d4W7559nXFgkl0ymdwaO-DbnfFVOs9akfoerirmXmsond7LIcQJ-oR_knVTT9gO7_A8ziZi1n3pTv083XYQwwuqfYr_qPMoiRd9YlZzlb2o2oH0othNbv-WxDa6kk1QvgvqG-e6gSf63F0/s320/FB_IMG_1700407407991.jpg" width="320" /></i></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><b><i> Terry Castle</i></b></div><i><br /></i><div><i>Balayı dönemimizde her şey çok hızlı gelişti. Sontag, şans o ki, o bahar ve gelişinin ansızın onu kahvaltıya çıkartmamı gerektirmesinden sonraki ilk sabah, Stanford’da bir ikametçi yazar olarak bulunuyordu. San Francisco’dan -bir taraftan telaşlanmamaya çalışarak ama direksiyonda nefes nefese kalmayı da önleyemeden- kırk mil güneye giderkenki şevkim, sonraki günlerimizin de örüntüsünü belirledi. İlk birkaç zıpır araba yolculuğumuzu Palo Alto’da ve Stanford’ın dağ eteklerinde yaptık. Ben araba kullanırken, o, -fakülte lokalinde ağırlanış biçimi, Beşerî Bilimler merkezindeki kötü yemekler, Stanford’lı meslektaşlarımın “sıkıcılığı’’ hakkındaki (“Terry, sen de akademisyenlerden benim kadar nefret etmiyor musun? Nasıl dayanıyorsun buna?’’) -yüksek sesli şikayetleriyle Mütefekkirin Her Konudaki Düşünceleri arasında (“Evet, Terry, Handel’in pek bilinmeyen operalarını da bilirim ben. Andrew Porter’a da söyledim, haklı- bu operalar gelmiş geçmiş en büyük müzikal şaheserlerdir.’’) çoğu zaman düzensizce gidip gelirdi. Mest olmuştum, sanki Bayreuth’u ilk defa gören çılgın bir kız kurusuydum. Aşkımdan vurulmuş gibiydim.</i></div><div><i><br /></i></div><div><i>Saray Bosna takıntısı çok erken bir dönemde gösterdi kendini: Hatta, bu büyük komedi perdesindeki altın dönemi yarattı. Palo Alto’nun göz bebeği, butiklerle dolu zahmetli yolu Üniversite Caddesi’nden aşağı yürüyorduk, bir kitabevine doğru. Sontag o meşhur, entelektüel-diva kıyafetini giyiyordu: bir sürü egzotik ve dalgalı atkıyla süslenmiş, hacimli siyah bir üstlük ve siyah ipekten pantolonu. Bir orada bir burada durup bir sigara içer veya bir dizi balgamlı öksürük atarken kıyafetlerini durmaksızın düzeltir ve atkılarını asilce omzundan geriye atardı. (Bu meşhur Sontag “görüntüsü’’ beni devamlı Blithe Spirit’teki rejiye götürür: ‘‘Madame Arcati girer, kaba saba mücevherlerini giymektedir.’’) Aykırı bir şekilde, bu kostümü tertemiz, şaşırtıcı derecede beyaz tenis ayakkabılarıyla tamamlardı. Bu ayakkabılar ayaklarını acayip devasa gösterirdi, Bugs Bunny’nin ayakları gibi. Her adımda, Fred McMurray’nin o eski filminde “Flubber’’dan yapılma ayakkabıları giyen insanlar gibi, bir sıçrayışta metrelerce yukarı sıçramasını beklerdim. </i></div><div><i><br /></i></div></div><div><div><i>Bir süredir kuşatmadan ve birlikte sığındığı bir Yugoslav kadının, bombalar çevreye düşerken bile, onun imzasını nasıl istediğinden bahsedip duruyordu. Bu kadının bariz zekasını (“Tabii ki Terry de bütün Avrupalılar gibi The Volcano Lover’ı okumuş ve son derece beğenmişti.’’) ve kendi soğukkanlılığını keyifle anıyordu. Sonra bir an durdu, suratı asılmıştı, daha önce hiçbir keskin nişancı ateşinden kaçmaya çalışıp çalışmadığımı sordu. Hayır, dedim, maalesef hayır. Süratle kalktı -bir butik kapısından ötekine atıldı, beyaz tenis ayakkabılarından bir buğuyla Restoration Hardware ve Baskin-Robbins dükkanlarından aşağı vardı. Beş altı şaşkın Palo Alto’lu durup onun soytarı gibi bir belirip bir kaybolmasını, başını eğmesini, çatılardaki hayalî keskin nişancılara işaret edip çılgınca onu takip etmemi istemesini izledi. Belli ki hiçbiri onu tanımıyordu bu insanların, fakat birkaçı sanki onun kim olduğunu bilmeliymiş gibi baktı.</i></div><div><i><br /></i></div><div><i>O zamanlar hayatımın en büyük zorluğuyla, Otodidaktların Otodidaktıyla yüzleşen bir entelektüel otodidaktmışım gibi hissediyordum. Beni insafsızca sınıyordu. Robert Walser’ı okumuş muydum? (Ha, hmm peki, ıhım, ufak bir öksürük, mm: Maalesef, demeye utanıyorum ama…) Ya Thomas Bernhard’ı okumuş muydum? (Evet! - Evet okudum! “Witgenstein’ın Yeğeni’’! Oley! Oh be! - bir tehlikeyi daha atlattık!) En azından bir süre, Stanford Üniversitesinde beni kuşatan şaşırtıcı entelektüel vasatlığın kirinden pasından muafmışım gibi geldi. Ahmaklıktan böylesi bir muafiyetimin esas sebebi, bence, kendi budalalığımı müzikseverlik konusunda onunla yapıyor olmamdı. CD takas edişimiz ve birbirimize -tuhaf, eril, tutkulu bir şekilde- şarkı öneriyor olmamız sonrasında aramızdaki kırılgan bağın bir parçası oldu. Anlaşılması zor, onun o güne dek duymadığı Busoni aranjmanları konusunda çok iyi bir tespit yapmıştım mesela (ha bir yandan da “tabi canım, piyanisti’’ -Paul Jacobs’ı- “çok iyi tanırdı(m)’’). Öte yandan, Janáček’in The Excursions of Mr. Broucek’ini daha önce hiç dinlemediğimi itiraf ettiğimde büyük hata yapmıştım. Bana hayret dolu gözlerle bakmış, biraz azametli bir tavırla, bu eserle haşır neşir olmayı “kültürlü bir insan’’ olarak kendime borçlu olduğumu açıklamıştı. (“Janáček’in ses evrenine hayranım.’’) Bahsettiği operanın kaydı çok geçmeden posta kutumda belirdi -affedilmiştim- fakat kaydı dinlediğimde bir yere varamadım. (Bitmiyordu sanki, şimdi Sontag’la eşleştirdiğim o yorucu, Doğu Avrupalı şey gibi.) Kaydın CD’si hâlâ rafımda duruyor. Ulu geçmişlerinden olsa gerek, kayıtları semtimizdeki CD dükkanına vermeye içim varmadı.</i></div><div><i><br /></i></div><div><i>Flört de ederdi benimle -şuh, alt üst eden, kendine haz tarzıyla. Kitabım The Apparitional Lesbian’ı okuduğunu, Henry James ve The Bostonians konusunda benimle “tamamen hemfikir’’ olduğunu söylemişti. O zamanki kız arkadaşımla nasıl tanıştığımı uzun uzadıya anlattırdı bana. (“Sana mektup yazdı ha! Sen de cevapladın? Terry, dilim tutuldu! O mektuplardan bana da çok geliyor ama hiçbirine asla cevap vermedim. Yani, Terry, serseme döndüm!’’) Ona özel hayatıyla ilgili bir soru sormaya çok çekinsem de o ara sıra kendi efsanevi geçmişiyle ilgili dedikodular verir, sonra bana şakacı, nazlı bir bakış atardı. (“Yani, Terry, herkes Jeannne Moreau’yla sevgili olduğumuzu söyledi ama biliyorsun, biz sadece yakın arkadaşlardık.’’) Bir sataşma hedefi olarak yüceltilişim onun Kresge Oditoryumu’ndaki büyük konuşmasına denk geldi. Onun “esaslı’’ modern romancılardan biri olduğunu düşünmedikleri için katılımcıları azarlamakla başlamıştı konuşmasına, ardından, nihayetinde In America’nın bir parçası olacak bitmek bilmeyen bir bölümü okudu. (Başka bir önde gelen edebî figür, böyle azap verecek derecede tumturaklı bir kitap yazdı mı?) Konuşmasının sonunda, kalabalıktan büyük ve rahatladıklarını gösteren bir alkış koptuğunda -çok şükür bitmişti konuşması- bana doğru yürüdü. Stanford’ın o sırada gülümseyen rektörünü ve imza isteyenleri şöyle bir geçip dirseğiyle bana gelen yolu açtı, beni sarsarcasına kolları arasına alıp yüksek sesle: “Terry, bu şekilde buluşmayı bırakmamız lazım.’’ dedi. Komik bir şey söylediğini düşünür gibiydi ve içtenlikle kıkırdadı. Aynı anda hem gururlanmış hissettim hem de sersemledim ve utandım, herkesin önünde erekte olmuş ergen bir oğlan gibi.</i></div><div><i><br /></i></div><div><i>Normalde saygılı bir insan olsa da Allan Gurganus (Advocate’taki anma yazısında) Sontag’ı lezbiyen olduğunu açıktan söylemediği için iğneler: “Sontag’a dair tek dileğim bizlerin günlük hayatlarımızda dayanmak zorunda olduğumuz şeylerle ilgilenmeyi göze almasıydı. Kendisinin bizzat ifade ettiği korkusuzluğuyla esasında kendini koruma konusundaki kapalılığı arasındaki fark, aslında parlak olan kariyerine şerh koyan bir lekeydi.’’</i></div><div><i><br /></i></div><div><i>İtiraf etmeliyim ki Sontag’ı bu hassas konuda hiç anlayamadım- bu konuda konuşmuş olmamıza rağmen. Genelde (içerlemiş ve mağdur bir tonla) “etiketlere’’ inanmadığını ve olsa olsa biseksüel olduğunu söylerdi. Kendini şehir şehir takip eden ve sonrasında, 2000 yılında, kendisine dair mahrem bilgiler de veren bir biyografi yayınlayan evli çift hakkında öfkeyle konuşurdu. Korkutucu olan şu ki, bu aşağılık çiftin biyografide onun ünlü kadın partnerleriyle fotoğraflarına da yer vermeyi planladıklarını öğrenmişti. Kuşkusuz bu çiftin ikisi de Dante’nin Cehennem’ine sevk edilmeliydi, ki Vaftiz Edilmemiş Bebekler, Tefeciler ve Yalandan Yemin Edenlerle birlikte o bitimsiz ateşte yansınlar. O böyle atıp tutarken ciddi bir ifade takınmaya olabildiğince gayret etmiş, fakat Dante’nin böylesi caniler için ayrı bir katman tasarlaması gerektiğini de düşünmeden edememiştim. Sontag’ı Açık Edenler. </i></div></div><div><i><br /></i></div><div><i>...</i></div><div><i><br /></i></div><div><div><i>Not: Bu metin Susan Sontag tarafından "günümüzün en etkili, en aydınlatıcı edebiyat eleştirmeni" olarak tanımlanan Sontag üzerine yetkin çalışmalarıyla bilinen Terry Castle'nin türkçede yayınlanan ilk metnidir. Çeviri metin, metnin tamamını kapsamamaktadır. Metnin tamamı yakında yayınlanacak olan Barbar Okumalar derlemesinde yer alacaktır. </i></div></div><div><br /></div><div><i><br /></i></div><div><i><br /></i></div><i><br /></i><p><i><br /></i></p><p><br /></p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-69487920978028986782023-11-13T01:18:00.000-08:002023-11-13T01:26:15.645-08:00Edward Said'i Özlemek (Anthony Alessandrini) <p><b><i>Edward Said'in ölümünün yirminci yılına istinaden Jadaliyya gazetesi Edward Said'i yeniden anımsamak amacıyla on beş yazıdan oluşan bir seçki hazırladı. Jadaliyya editörlerinden Anthony Alessandrini'nin bu seçkide yer alan Edward Said'i Özlemek adlı yazısını sizlerle paylaşıyoruz. Said'e ve Filistin halkının özgürlük mücadelesine selam olsun. </i></b></p><p><b><i><br /></i></b></p><p>Bugün Edward Said'in vefatının sekizinci yıldönümü. Bu yıldönümü beni derin bir hüzne boğmaya devam ediyor. Biliyorum ki bu hüzün onun çalışmalarına ve oluşturduğu örneğe hayranlık duyan pek çok kişi tarafından da paylaşılıyor.</p><p>Bugün Said'i özlediğimiz ve bu kanlı on yıl boyunca onu özlerken bulduğumuz yollar saymakla bitmez. Aradan geçen yıllarda Said'in mirasından ilham alan, Edward Said: A Legacy of Emancipation and Representation adlı mükemmel ve kapsayıcı yeni cilt de dahil olmak üzere güzel çalışmalar bir nebze teselli olabilir. Ancak Noam Chomsky'nin bu kitaba katkısında belirttiği gibi: "Onun ölümü uluslararası entelektüel yaşam, tüm dünyada acı çeken ve ezilenler ile evrensel adalet ve özgürlük ilkeleri için bir kayıptı." Bu mirası devam ettirme görevinin bir kısmı, açıkça, devam etmektir. Ancak bu yas tutma ihtiyacını ortadan kaldırmaz.</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhmjQLo2F1-tNArNQRTzlZvYZNkYMLFw-_pqaZayNhuEGLUxSZzxe9j8osIDBVlrXO3L3LqkLKhZ5g8F-C504ybVZEBAFFjR9ssnzDzxIGi56i-__crtJzGQqwE5hz-lS9XQFfn8IMKgS_kr8-kkDGLqNpGErOUKElA3IjQwbaem3KIqOmWByC2ljlrjKw/s1080/FB_IMG_1699865873566.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="755" data-original-width="1080" height="224" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhmjQLo2F1-tNArNQRTzlZvYZNkYMLFw-_pqaZayNhuEGLUxSZzxe9j8osIDBVlrXO3L3LqkLKhZ5g8F-C504ybVZEBAFFjR9ssnzDzxIGi56i-__crtJzGQqwE5hz-lS9XQFfn8IMKgS_kr8-kkDGLqNpGErOUKElA3IjQwbaem3KIqOmWByC2ljlrjKw/s320/FB_IMG_1699865873566.jpg" width="320" /></a></div><p>Edward Said ile şahsen tanışma fırsatım hiç olmadı. Bu da bana kaçırdığım iki fırsatın anısını bırakıyor. Her ikisinin de onun mirasının bazı önemli yönlerine işaret ettiğini düşünüyorum. İlki Columbia'da yüksek lisans öğrencisi olarak geçirdiğim kısa bir süre (aslında bir yıl) sırasında gerçekleşti. Açıkçası Said'in o yıl verdiği lisansüstü semineri alamayacak kadar gözüm korkmuştu. Ancak soğuk bir sonbahar öğleden sonrasında kampüs yürüyüşünde bir masada durup grev yapmayı düşünen Columbia çalışanlarına destek için bildiri dağıtmaya yardım ederken neredeyse bu şansı yakalıyordum. Said'in masaya doğru kararlı adımlarla yürüdüğünü gördüm. Aynı anda yaşlı ve sakallı bir beyefendi de karşı yönden geldi. Önce diğeri geldi ve dikkatimi ona yönelttim. Onun iş görüşmeleri hakkında bilgi almak isteyen birinden ziyade dinleyici arayan bir konuşmacı olduğunu hemen fark ettim. Said bir dakika sabırla bekledi ve ardından saatine bakarak aynı kararlı yürüyüşle uzaklaştı.</p><p>Kaçırdığım ikinci fırsat ise tamamen benim hatamdı. Birkaç yıl sonra, Modern Dil Derneği Kongresi'ndeki bir genel oturumun ardından Said'in de konuşmacılardan biri olduğu bir panel tartışmasında yaşandı. Yakında çıkacak bir postkolonyal çalışmalar antolojisi için Said ve Frantz Fanon'u ele alan bir bölüm yazmıştım ve yazının bir kopyasını ona vermek istedim - okumasını beklediğimden değil de daha çok saygı duyduğumdan (elbette içten içe okuyup beğenmesini umuyordum). Said ile konuşmak için öne çıkan büyük bir insan kalabalığının arkasında bekledim. Bu da bana onun iletişimini izleme fırsatı verdi: bazılarıyla kucaklaşıp el sıkışıyor, dikkatle dinliyor, gülüyor, zaman zaman aynı fikirde olmayıp tartışsa da her biriyle iletişime geçiyordu. Sonra sıra bana geldi, öne çıktım ve tıkandım. Tam olarak ne söylediğimi hatırlamıyorum ama orada durduğumu, el yazmamın bulunduğu zarfı tuttuğumu ve çalışmalarına ne kadar hayran olduğuma dair bir şeyler mırıldandığımı hatırlıyorum. Bana baktı, alaycı ama kaba olmayan bir şekilde başını salladı ve ben yan kapıdan kaçarken dikkatini bir sonraki kişiye çevirdi.</p><p>Umarım tüm bunları anekdot olarak anlatmamı affedersiniz çünkü Said'in mirasının birkaç yönünün kaçırdığım fırsatlara dair iki hikayeden çıkarılabileceğini söylemek istiyorum. Bunlardan ilki, Said'in sarsılmaz dayanışma mirasıdır: Said'in o gün masada durmasının nedenlerinden biri, grevdeki işçileri alenen destekleyen bir avuç Columbia öğretim üyesinden biri olmasıydı. Kurumsal konumu ve görünürlüğü göz önüne alındığında bu destek son derece anlamlıydı. Said'in mirası, dayanışmanın ve çeşitli mücadele biçimlerini birbirine bağlamanın gerekliliği üzerinde ısrar eden bir mirastır. Ancak Said'in mirası aynı zamanda dayanışma anlayışımızı derinleştiren ve bazen dayanışma ve eleştirinin birbirine zıt olarak görülmesine rağmen aslında birbiriyle yakından bağlantılı olduğunu gösteren bir mirastır. "Seküler Eleştiri" adlı makalesinde yazdığı gibi: "Siyasi hareketler bir yana, düşünce tarihi bile 'eleştiriden önce dayanışma' sözünün eleştirinin sonu anlamına geldiğini abartılı bir şekilde göstermektedir. Eleştiriyi o kadar ciddiye alıyorum ki birinin diğerine karşı açıkça bir tarafta olduğu savaşın tam ortasında bile eleştiri olması gerektiğine inanıyorum çünkü uğruna mücadele edilecek konular, sorunlar, değerler, hatta hayatlar olacaksa eleştirel bilinç olmalıdır."</p><p>Kaçırdığım fırsatlardan onun mirasına dair çıkarılacak ikinci yön ise bir entelektüelin kamusal rolü konusundaki ısrarıdır. Cornell West’in yakın zamandaki "Edward Said yirminci yüzyıl sonu Amerika Birleşik Devletleri'nin en büyük kamusal entelektüeldir" önerisine (Said'in en huysuz ve cahil muhalifleri hariç) çok az kişi ciddi bir şekilde karşı çıkacaktır. Said'in konferansını verdikten sonra ezilmekten kaçmak yerine gelen herkesle ciddi bir şekilde iletişim kurma isteği, Said'in kamuya ait olma mirasını ilerletmek için çok çalışan ve Said gibi bu aidiyet için önemli kişisel bedeller ödeyen Joseph Massad’in güzel ve takdire şayan bir makalesinde dile getirdiği gibi Said’in entelektüel modelinin bir göstergesidir. Said entelektüel çalışma modelinin "geçinme amaçlı, dokuz ila beş saatleri arasında, bir gözün saatte, diğer gözün ise kazan kaldırmadan, kabul edilen paradigmaların veya sınırların dışına çıkmadan, pazarlanabilir ve her şeyden önce sunulabilir, dolayısıyla tartışmasız, politik olmayan ve 'nesnel' profesyonel bir davranış olarak kabul edilmesinden" nefret ediyordu. Buna karşılık Said'in entelektüel çalışma modeli, entelektüeli "bir toplumun düşünen ve ilgili bir üyesi olarak, kişinin ülkesini, onun gücünü, vatandaşları kadar diğer toplumlarla etkileşim biçimini ilgilendiren en teknik ve mesleki faaliyetin merkezinde bile ahlaki meseleleri gündeme getirmeye yetkili olduğunu düşünen kişi" olarak tasavvur ediyordu.</p><p>Ancak Said'in mirasının her iki anekdotumda da bulunabileceğini düşündüğüm Saidyen sabırsızlığın mirası olarak adlandırmak istediğim üçüncü yönünü es geçmek istemiyorum: Her ikisinin de; bir tarafta dayanışma ve entelektüel çalışmaya yönelik itici güç ile diğer tarafta güçlü bir sabırsızlık duygusu -saate bir bakış, kısa bir baş sallama- arasında ince bir diyalektik var. Yersiz Yurtsuz adlı anı kitabında çocukluğundan beri sabahın geç saatlerinde ya da öğleden sonra erken saatlerde bir noktada günü çoktan boşa harcadığı hissine kapıldığını itiraf etmesinde olduğu gibi bunların bir kısmı Said'in karakterinde derin köklere sahip görünüyor. Mahmud Derviş'in Said'e yazdığı "Tibaq" ["Kontrpuan"] adlı ağıtta Said'in kişiliğinin bu yönünün tasvir ediliş biçimi de aynı derecede dokunaklıdır:</p><p>New York'ta. Edward uyandığında</p><p>Şafak. Bir Mozart parçası çalıyor. Etrafta koşar</p><p>üniversite tenis kortunda. Düşünceler</p><p>kuşların sınırlar ve kontrol noktaları üzerinden göçü.</p><p>The New York Times okur. Gerginliğini yazar</p><p>Yorum. Bir generali yönlendiren bir oryantalisti lanetliyor</p><p>Doğu'dan gelen bir kadının kalbindeki zayıflığa.</p><p>Duşlar. Takım elbisesini bir horoz zarafetiyle seçer.</p><p>Kahvesini krema ile içer. Çığlıklar atar.</p><p>Şafakta: Hadi, ertelemeyin!</p><p>Bu sabırsızlık hem dayanışmaya hem de kamusal entelektüel çalışmaya yönelik itici güçte derin bir rol oynadı. Sonuçta, Said tarafından savunulan kamuya bağlı entelektüel çalışma modelini takip etmeye çalışacaksanız, kaybedecek çok az zaman vardır. Böylesi bir aciliyet gerekli bir sabırsızlığı da beraberinde getirir. Ancak aynı zamanda en yararlı dayanışma biçimlerini yumuşatan ve belirleyen eleştirmen rolünü benimsemesinin de bir parçasıdır. Böyle bir rol aptallara seve seve katlanmamak anlamına gelir: Said tıpkı son dönem çalışmaları üzerinde güçlü bir etkisi olacak olan Theodor Adorno'nun "müzikal aptallığa" karşı çıkmaktan asla çekinmediği gibi siyasi ve entelektüel muhaliflerini "aptal" olarak tanımlamaktan çekinmedi. </p><p>Said'in çalışmalarında Adorno'nun sinirliliğinden (ya da huysuzluğundan) bir şeyler bulunabilir. Bu, bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olan Saidyen sabırsızlığı ifade etmenin yanı sıra, Said'in titiz ve dikkatli bir analize rağmen tartışmalarımızda ölçüsüz hatta abartılı olmaya teşvik eden bir eleştiri modelini miras bıraktığı anlamına geliyordu. Said'in kendi ölçüsüzlüğü (bu kelimeyi bir iltifat olarak kullanıyorum) elbette iyi biliniyordu ve bu ölçüsüzlük açıkça Adorno'yu hatırlatan (ve sahip çıkan) Ha'aretz'e verdiği son röportajında bulunabilir: "Ben son Yahudi entelektüelim. Başka kimseyi tanımıyorsunuz. Amos Oz'dan Amerika'daki tüm bu insanlara kadar diğer tüm Yahudi entelektüelleriniz artık banliyölerde yaşıyor. Yani ben sonuncuyum. Adorno'nun tek gerçek takipçisi. Şöyle söyleyeyim: Ben bir Yahudi-Filistinliyim."</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhyKdRjVAwmOs78aa0HTvPLlHHmoc926b_v6-RRSxUtGiDPyfHYJIjVNq-KY5J7kuW6ofVMLLuiI7eTPDnc0y8NSIFPa-0xdw54_n6nAa0rlRYrRhHNj-0cyx5hxl6dRLQlfcvk9x3GbpFnZ5e4ZVE3O-GFus10nwGW8tJ9PNQ-LGsRWhqOCjGCw2rJmhc/s1280/Edward-Said-4.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1280" data-original-width="1279" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhyKdRjVAwmOs78aa0HTvPLlHHmoc926b_v6-RRSxUtGiDPyfHYJIjVNq-KY5J7kuW6ofVMLLuiI7eTPDnc0y8NSIFPa-0xdw54_n6nAa0rlRYrRhHNj-0cyx5hxl6dRLQlfcvk9x3GbpFnZ5e4ZVE3O-GFus10nwGW8tJ9PNQ-LGsRWhqOCjGCw2rJmhc/s320/Edward-Said-4.jpg" width="320" /></a></div><p>Bu tür bir içtenlik ve sabırsızlık onun çalışmalarının ilerici entelektüel çalışmaları sık sık sekteye uğratabilecek türden kolaycılığa ve duygusallık biçimlerine düşmesini engellemiştir. (Postyapısalcılık hakkındaki derin bilgisi ve onunla yakın ilişkisi sayesinde faydalı ve eksantrik biçimde kullandığı bir kelime olan) hümanizm, ("eleştirel düşünce" olarak bilinen kurumsallaşmış canavarlığa kıyasla kullandığı) eleştiri ve çokkültürlülük gibi modası geçmiş ve kuşatılmış entelektüel anahtar kelimelerin savunucusu olarak onu bu kadar değerli kılan da buydu. Gerçekten de Akeel Bilgrami'nin Said'in ölümünden sonra yayınlanan Hümanizm ve Demokratik Eleştiri kitabına yazdığı önsözde belirttiği gibi, Said tam da kurumsallaşmış çokkültürcülükte bulunan "çeşitlilik" ve "çoğulculuk" çığırtkanlığını bu tür erdemlerin daha titiz ve entelektüel olarak işlenmiş bir kavramı lehine reddettiği için "Çokkültürcülüğün daha önce bu kitapta sunulandan daha bilgili ve yüce bir savunması olmamıştır."</p><p>Bu sınırsızlık aynı zamanda Said'in bazen çelişkili gibi görünen görüşlere sahip olmasına ve bunları ifade etmesine olanak sağlamış, böylece daha önce ortaya koyduğu tavırların tek olası tavırmış gibi görülmesinin ötesine geçmiştir. Örneğin, Bruce Robbins'in ikna edici bir şekilde öne sürdüğü gibi, Said etkili makalesi "Gezgin Teori" gibi bir eserde doğrudan siyasi mücadelelerin ortasından çıkan radikal teorilerin nasıl ortaya çıktığını ve üniversiteye girdikten sonra çok kolay bir şekilde kuru ve soyut akademik konulara dönüştürülebildiğini hem teşhis etmiş hem de kınamıştır. Aynı zamanda üniversitenin radikal fikirlerin sadece tezler ve akademik monografilerle diriltilmek üzere ölüme terk edildiği bir yer olmadığı, bir siyasi mücadele alanı olduğu konusunda ısrar etmiştir. Saidyen entelektüel için akademi hem bir tehlike hem de bir fırsat yeridir. Bu yüzden Said'in mirası bizi ısrarla mücadeleye çağıran bir mirastır. Fikirler kolayca özgürlükçü ya da gerici olarak etiketlenemez. Bu yüzden R. Radhakrishnan'ın yakın zamanda yazdığı gibi, "Said için bir teorinin kökenleri hiçbir zaman önemli değildi." Gerçekten de Radhakrishnan'a göre Said'in siyasi ve entelektüel modeli "meşruiyeti mutlak olmayan ama çekişme alanına içkin olan belli bir ilke adına savaşan bir modeldir... Tam da bir eleştirmen-entelektüel olarak semptomatik bir çelişki dünyasında yaşama ve seçimler yapma gibi dünyevi bir görevi benimsediği için hayranlığımızı ve öykünmemizi hak etmektedir."</p><p>Görünen o ki ölüm yıldönümünde Edward Said'i anma yazım övgüden uzaklaşıp analize yöneldi. Benim niyetim de tam olarak bu. Her ne kadar kimseye yas tutmanın doğru yolunu göstermek haddime olmasa da, Saidvari bir nezaketsizlikle Edward Said'e özlemin aslında onun amacından uzaklaşan yönleri olduğunu iddia ediyorum. Bunlardan biri duygusal hatıralar sunarken eserlerinin unutulmasıdır. Bu durum kariyerleri ve hayatları erken ölümlerle kesintiye uğrayan entelektüel ve siyasi figürler için her zaman bir tehlikedir ve bizi sanki cümlenin yarısında susmuş hissiyle baş başa bırakmaktadır. Hepsi de Aziz Fanon, Aziz Foucault, Aziz Malcolm, Aziz Martin gibi entelektüel ve siyasi muhataplardan kolayca heykellere dönüştürülürler. Aziz Edward'ın mihrabı üzerinde basitçe dualar etmeye ve ardından eserinin ortaya koyduğu o zor sorular artık yokmuş gibi ilerlemeye direnmeliyiz.</p><p>Solun; özellikle de entelektüel solun ve Amerika Birleşik Devletleri'nin mevcut durumu göz önüne alındığında Saidyen sabırsızlık ve ölçüsüzlüğün yenilenmiş bir biçimine bugün çok ihtiyaç var. Bazen sanki yapılan asıl iş çelişkilere ve ikiyüzlülüklere işaret etmekmiş ve sanki bu da başlı başına bir siyasi çalışma biçimiymiş gibi görünüyor. ABD solu arasında Arap Baharı etrafındaki söylemlerin (hepsi olmasa da) çoğu böyle bir biçim aldı. ABD'nin bölgedeki demokratik hareketleri desteklediğini iddia ederken Bahreyn ve Yemen'deki popüler demokratik hareketlerin zalimce bastırılmasında aktif rol almasının ikiyüzlülük olduğu söyleniyor. BM Güvenlik Konseyi'nin Libya'daki sivil nüfusu korumak için hava saldırılarına izin vermesi ama Gazze'deki sivilleri korumak için aynı adımları atmaması (ve atmayacağı) ikiyüzlülüktür. Başkan Obama'nın Filistin devletini desteklediğini iddia etmesi ve ardından BM'de Filistin devletinin kurulması teklifine karşı çıkması ikiyüzlülüktür.</p><p>Buna verilebilecek tek yanıt: evet evet ve evet. Ama biraz Saidyen bir ölçüsüzlük bizi şunu da sormaya yönlendirecektir: Peki ya sonra? Bu tür çelişki ve ikiyüzlülük anlarının tanımlanmasından ne çıkar? Bu henüz belli değildir ancak kesin olan şey, hem dayanışmanın hem de eleştirinin erdemlerini, hem aydın bir çalışmanın gerektirdiği sabırlı analizi hem de aciliyetten doğan sabırsızlığı gerektiren uzun bir tartışma ve mücadele sürecini içereceğidir. Bunlara da şiddetle ihtiyaç duyulmaktadır.</p><p>Said bize bir ilk adımı işaret edecek olsaydı, bunun mevcut analizlerin çerçevesini değiştirmek ve mevcut tartışmaların terimlerini yeniden şekillendirmek için elimizden geleni yapmanın önemi ile ilgili olacağını düşünürdüm. Bu özellikle BM'de Filistin'in devlet olma teklifi etrafındaki mevcut tartışmalar için geçerlidir. Yakın zamanda ABD'deki ana akım analizin yoksulluğu hakkında yazmıştım. İşte Said'i fena halde özlediğimiz bir başka alan daha. Ancak elimizde sürprizlerle dolu çalışmaları var. Örneğin, 1989 yılında Said ile yapılan ve Edward Said: A Critical Reader adlı kitapta yayınlanan bir röportajda rastladığım bir bölüm var. Oldukça uzun bir alıntı yaptığım için bağışlanacağımı umuyorum, zira yirmi yıldan uzun bir süre önce Said'in günümüzün temel meselelerini ortaya koymada ve görünüşte birbirinden farklı tarihsel ve siyasi durumları birbirine bağlamada nasıl bu kadar başarılı olduğuna şaşırdım:</p><p>Sömürgesizleştirilmiş ve hatta özgürleşme yolunda ilerleyen dünyada bile bağımsızlık ve özgürleşme diyalektiği olarak adlandırdığım şey varlığını sürdürmektedir. Yani gerçek kurtuluşla tamamlanmamış milliyetçilik dinamiği; açık hedefi geleneksel ya da yarı geleneksel bir devlet biçiminde ulusal bağımsızlık olan bir dinamik... Ama buna karşı bence devam eden proje Fanon'da ipuçlar halinde görünen, Cabral'ın ya da James'in çalışmalarında ise sistematik olmasa da tek tük yer alan projedir... Fanon'un ulusal bilincin siyasi ve toplumsal bilince dönüşmesi, dönüştürülmesi dediği şey henüz gerçekleşmemiştir. Bu tamamlanmamış bir proje ve benim çalışmamın da bu noktada başladığını düşünüyorum.</p><p>Benim için bu sorunsalın en acil odağı Filistin sorunudur. Siyasete doğrudan katılımımın tarihi boyunca tek bir laik demokratik devlet hedefinden Kasım 1988'de Cezayir'de gerçekleşen ve benim de katıldığım muazzam dönüşüme geçtik. Kendimizi bir kurtuluş hareketinden bir bağımsızlık hareketine dönüştürdük. İki devletten bahsettik: bir İsrail devleti ve bir Filistin devleti. Şimdi temel siyasi mücadele kendimizi ulusal bağımsızlığa gönüllü olarak adamış olmanın bedeliyle ilgilidir. Tüm anti-emperyalist ya da sömürgesizleştirme mücadelelerinin trajedisi, ironisi ve paradoksu, bağımsızlığın geçmeye çalışmanız gereken bir aşama olmasıdır: Bizim için bağımsızlık, amacı Filistin ulusal kimliğini yok etmek olan İsrail işgalinin devam eden dehşetine karşı tek alternatiftir. Bu nedenle benim için soru şu: bu bağımsızlık için ne kadar bedel ödeyeceğiz ve - eğer elde edebilirsek - kurtuluş hedeflerinin kaçından feragat edeceğiz? İsrail'i ya da Filistin'in tamamını "özgürleştirmekten" bahsetmiyorum; bir hareket olarak, bir halk olarak kendimizden bahsediyorum. Geciken özgürleşme için ne kadar bedel ödeyeceğiz? Bu çok somut sorunlar içeriyor. Örneğin diasporadaki Batı Şeria'dan olmayan üç milyon Filistinli için ne yapacaksınız? Bunun için nasıl bir formülümüz var? Komşularımız Ürdün, İsrail, Suriye, Mısır vs. ve hepsinin süper ortağı olan Amerika Birleşik Devletleri ile siyasi uzlaşmalarda ödeyeceğimiz bedel nedir? Ne de olsa bu Amerika Birleşik Devletleri'nin egemenliğindeki bir an. </p><p>Bu analizin çarpıcı yanı sadece doğruluğu ya da Filistin'in kurtuluşu sorununu tanımlamaya devam eden bir dizi sorunu öngörebilmesi değildir (Said'e sömürge sonrası Afrika ulus-devletlerinin geleceğine ilişkin öngörüleri nedeniyle Fanon'a atfedilen türde bir "peygamber" statüsü vermeye çalışmadığımı kesinlikle belirtmeliyim ki her ne kadar çarpıcı ve düşündürücü olsa da, hem Fanon hem de Said gelecekle ilgili kötü haberler verirken son derece "kâhince", yani en isabetli tahminlerde bulunuyorlar). Bu Said'in Filistin sorununu sömürgesizleştirme sorunu olarak yeniden tanımlaması ve buna bağlı olarak sadece bağımsızlık değil, kurtuluş sorunu olarak da tanımlamasıdır. Bu bir yandan siyasi açıdan radikal bir basitleştirme hamlesidir çünkü kişiyi tarafını belli etmeye zorlar: sömürgecilikten yana mı, sömürgeciliğe karşı mı, sömürgesizleştirmeden yana mı, sömürgesizleştirmeye karşı mı? Öte yandan, henüz tatmin edici bir şekilde ele alınmamış bir dizi çetrefilli ve karmaşık soruya yol açtığı için basitleştirici bir hamle de değildir.</p><p>Çalışmalarının çoğunda olduğu gibi Said burada da İsrail-Filistin hakkındaki söylemi her şeyden önce sömürgeleştirme ve sömürgesizleştirme söylemine dönüştürmek gibi bize tartışmanın terimlerini değiştirme fırsatı sunuyor. Ancak bu işi gerçekten yapabilmek için kabul görmüş çerçevelerin ötesine geçmemiz ve yeni analiz ve eylem biçimlerine yönelmemiz gerekiyor. Said'in ölüm yıldönümünde Kahire'den Ramallah'a ve Wall Street'e kadar (Said'in bir şekilde hakkında yazacak zaman bulabileceği) bir dizi yeni tartışma biçimi ve mekanının ortasında bunu, dayanışma ve eleştiri, sabırlı analiz ve aptallığa karşı sabırsızlık, kamusal entelektüel katılım ve öfkeli patlamalar gibi Saidyen erdemleri yeniden canlandırmak için bir çağrı olarak düşünün. Bunların hepsine ihtiyacımız var. Daha fazla fırsatı kaçırmak için hiç zamanımız yok.</p><p>Anthony Alessandrini*</p><p><b><em style="background-color: white; border: 0px; font-family: "Open Sans", Helvetica, Arial, sans-serif; font-feature-settings: inherit; font-kerning: inherit; font-optical-sizing: inherit; font-size: 14px; font-stretch: inherit; font-variant-alternates: inherit; font-variant-east-asian: inherit; font-variant-numeric: inherit; font-variation-settings: inherit; line-height: inherit; margin: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline;">*Anthony Alessandrini, Jadaliyya</em><span face=""Open Sans", Helvetica, Arial, sans-serif" style="background-color: white; font-size: 14px;">’nın editörlerindendir. Ortadoğu, Frantz Fanon ve Edward Said üzerine çalışmalarıyla tanınan Alessandrini ayrıca şair ve akademisyendir.</span></b></p><p><br /></p><p><br /></p><p><br /></p><p><br /></p><p><br /></p><p><br /></p><p><br /></p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-4430044704215070762023-11-12T04:03:00.000-08:002023-11-12T04:03:14.624-08:00Alexander Dugin'in Kozmik Savaşı (Matt Mcmanus)*<p>"Moderniteyi ve ondan türeyen ideolojileri (bireycilik, liberal demokrasi, kapitalizm vb.) insanlığın yaklaşmakta olan felaketinin nedenleri olarak gören René Guénon ve Julius Evola'nın vizyonunu paylaşıyorum ve batılı tutumların küresel egemenliği Dünya'nın nihai bozulmasıdır. Batı kendi sonuna yaklaşıyor ve geri kalan herkesi kendisiyle birlikte uçuruma sürüklemesine izin vermemeliyiz." Alexander Dugin, Avrasyacılığa Giriş</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhNYGWR6pl6l41lwDnxhVX8ER6U4SMb6GyeBgMY0mGzMO-G8CQ_WIVkL4BtLP_vPZqNJXYqETq07o21XwJw-TIOd6nP5YQluqe-orJ5rYC6SnHM7kjemSdpnPJMdf_Mgk0_yAmtMx51dJ4sPBD8KM5HQ7lIQO0vZA_akfil9CEGRkiFp_fzXWa_ZWgi7RY/s580/dugin_02.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="396" data-original-width="580" height="218" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhNYGWR6pl6l41lwDnxhVX8ER6U4SMb6GyeBgMY0mGzMO-G8CQ_WIVkL4BtLP_vPZqNJXYqETq07o21XwJw-TIOd6nP5YQluqe-orJ5rYC6SnHM7kjemSdpnPJMdf_Mgk0_yAmtMx51dJ4sPBD8KM5HQ7lIQO0vZA_akfil9CEGRkiFp_fzXWa_ZWgi7RY/s320/dugin_02.jpg" width="320" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><p>Son zamanlarda, birçoğu belirgin bir şekilde postmodern bir niteliğe sahip olan sert ve aşırı sağ hareketlerin yeniden canlandığını gördük. Birçok analist, bu hareketlerden herhangi birinin terimin tam anlamıyla faşist olarak adlandırılmayı hak edip etmediğine odaklandı. Ne kadar nahoş olursa olsun, özellikle faşist nitelikler taşımayan aşırı sağ hareketler de vardır. Ancak çok sayıda modern faşist de vardır. Bunların en önemlilerinden biri filozof Alexander Dugin'dir.</p><p>Dugin faşist olduğunu reddetmiştir. Dugin'in batılı savunucuları da onun faşist olduğunu reddetmektedir. Bunun yerine Dugin'i sağcı popülizmi savunan hatta filozof kralların yönetimini savunan biri olarak nitelendirmektedirler. Michael Millerman, Dugin'in "Avrasyacı demokrasi kavramını" savunduğunu, bu kavrama göre halkın kendi "kaderine" katılabildiğini, ancak bu kaderin "halka önderlik eden filozoflar, tarihçiler ve liderler" tarafından belirlendiğini ve bu kadere layık olabilmek için halkın "özgün yaşamayı" seçmesi gerektiğini iddia etmektedir. Bu ideoloji halka siyasi kendi kaderini tayin etme konusunda çok az gerçek hak tanır.</p><p>Aslında Dugin'in pozisyonu, devleti otoriter terimlerle tasavvur etse de, genellikle kitlesel siyasi katılım fikrine başvuran genel faşizmle büyük ölçüde örtüşmektedir. Faşizm ne aristokratik rejimlerin nostaljik savunusuyla ilgilidir ne de yirminci yüzyılın başlarında Avrupa'da popüler olan muhafazakar diktatörlüklerin bir özelliğidir. Bu iki modelde de genel nüfusun siyasette anlamlı bir rol oynadığını iddia etmek gibi bir çaba yoktur. Buna karşın faşist devletler, halkı kolektif iradelerinin partinin ve liderinin eylemlerine yansıdığına ikna etmek için nüfusu harekete geçirmek için sürekli çaba sarf eder ve büyük ölçekli propaganda çalışmalarına yatırım yapar. Hatta bazı faşizm savunucuları otoriterliğin demokrasinin en saf hali olduğunu iddia etmişlerdir - çünkü lider sınırsız güce sahiptir ve bu nedenle halkın isteklerini yerine getirebilir.</p><p>Dugin'in savunucuları ayrıca filozofun kaba biyolojik ırkçılığı reddetmesinin onun faşist olmadığını gösterdiğini iddia etmektedir. Dugin "ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve şovenizmi" şu şekilde tanımlamıştır:</p><p>"Sadece ahlaki başarısızlıklar değil, aynı zamanda teorik ve antropolojik olarak tutarsız tutumlar. Etnoslar arasındaki farklılıklar üstünlük ya da aşağılık anlamına gelmez. Farklılıklar, ırkçı duygular veya düşünceler olmaksızın kabul edilmeli ve onaylanmalıdır. Farklı etnik grupları yargılamak için ortak ya da evrensel bir ölçü yoktur. Bir toplum diğerini yargılamaya çalıştığında, kendi kriterlerini uygular ve böylece entelektüel şiddet uygular."</p><p>Ancak Dugin bu pozisyona tutarlı bir şekilde bağlı değildir. Çökmekte olan batı kültürünü yok etmek için küresel bir savaş çağrısında bulunmuştur. Ayrıca bol miktarda antisemitik yorumda bulunmuştur: örneğin "kozmopolit finans elitlerine" ve Ukraynalı "Yahudi oligarklara" karşı çıkmıştır. Önemli bir faşist entelektüel ve SS'lerin savunucusu olan Julius Evola'nın "ruhani ırkçılığı" hakkında da olumlu şeyler söylemiştir. Etno-şoven kimlikçi Alain de Benoist'i "tek kelimeyle en iyisi" olarak tanımlamıştır. Beyaz milliyetçileri de yararlı müttefikler olarak görmektedir:</p><p>"Moderniteyi, küresel oligarşiyi ve liberal kapitalizmi, yani tüm etnik kültürleri ve gelenekleri öldüren her şeyi reddettiklerinde; modern siyasi düzen esasen küreselcidir ve tamamen bireysel kimliğin topluma karşı önceliğine dayanmaktadır. Şimdiye kadar var olmuş en kötü düzendir ve tamamen yok edilmelidir. 'Beyaz milliyetçiler' geleneği ve Avrupa halklarının kadim kültürünü yeniden teyit ederken haklıdırlar."</p><p>Ancak bu Dugin'ın faşist olmadığı anlamına gelmez. Faşizm her zaman biyolojik olarak ırkçı bir ulusal kimlik anlayışına dayanmaz. Hitler'in daha prestijli rejimi Mussolini'ninkini gölgede bırakana kadar, İtalyan faşizmi Yahudileri de kapsıyor ve ten renkleri ne olursa olsun İtalyan halkının ulusal birliğini ve kültürel üstünlüğünü vurguluyordu. Bu hem coğrafi olarak son derece bölünmüş bir ülkede siyasi bir gereklilikti hem de "bilimsel ırkçılığın" altında yatan kaba materyalizme karşı başlangıçta duyulan ihtiyata işaret ediyordu. Kevin Passmore'un belirttiği gibi: </p><p>"1930'lardan önce, ırkçılık ve daha az antisemitizm, [İtalyan] iç ve dış politikasını Almanya'da olduğu kadar yaygın bir şekilde etkilemiyordu ve faşistler, uygun olmayanları ortadan kaldırmaktan çok doğum oranını yükseltmekle ilgileniyorlardı. Gerçekten de ... Mussolini faşist evrenselciliği Nazi ırkçılığına bir alternatif olarak tanıttı. 1930'da biyolojik ırkçılıkla alay etti. Irkı, ima yoluyla herkesin edinebileceği bir "duygu" olarak görüyordu."</p><p>Dugin'in başlıca etkilendiği felsefi isim olan Heidegger de Nazizmi savunurken, biyolojik ırkçılık konusunda temkinli olduğunu ifade etmiştir - her ne kadar birçok antisemitik görüşe sahip olsa da. Dugin'in faşist ultra ulusu Avrasya "medeniyeti" ile karakterize olarak yeniden kavraması (basitçe "beyaz insanlar için bir yuva" olmaktan ziyade) bu yaklaşımın bir evrimidir.</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjs5T5CbERkp09rEhWwxcIc9bz07P3zK6Vh68_hPuZG2WGueVMQr49QvOdU1WcFSHh7k0cW2u6I2vjgd_vX495PbHI6xp97ycRPCG4GKPXrgLJafeDUz6JguEuRtV4-QHwMqWkd3QZV_yo-pD4HuJY_5UTToWNQmxt4hSgICK7GgK5YSyETYOTtRSjprbs/s760/alexander-dugin.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="430" data-original-width="760" height="181" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjs5T5CbERkp09rEhWwxcIc9bz07P3zK6Vh68_hPuZG2WGueVMQr49QvOdU1WcFSHh7k0cW2u6I2vjgd_vX495PbHI6xp97ycRPCG4GKPXrgLJafeDUz6JguEuRtV4-QHwMqWkd3QZV_yo-pD4HuJY_5UTToWNQmxt4hSgICK7GgK5YSyETYOTtRSjprbs/s320/alexander-dugin.jpg" width="320" /></a></div><p>Dugin'in bazı savunucuları, geniş bir Avrasya mega kültürü lehine Rus milliyetçiliğini reddettiği için onun faşist olamayacağını düşünmektedir. Ancak faşist girişim hiçbir zaman yalnızca geleneksel milliyetçilikle ilgili olmamıştır. Bu sadece bir ulusal kendi kaderini tayin meselesi değildir. Hitler ve Mussolini'nin emperyalist emelleri vardı ve Dugin'in de var. Roger Griffin'in de belirttiği gibi,</p><p>"1930'larda Driu La Rochelle, José Streel ve Ezra Pound gibi bireysel ideologlar faşizmi pan-Avrupa'nın yeniden doğuş gücü olarak sunmaya başlamışlardı ve hareketlerinin "evrensel" uygarlıksal önemine inanan Mussolini'nin bazı takipçileri tarafından faşist bir Enternasyonal yaratma girişimlerinde bulunuldu. Savaşın Hitler'in lehine sonuçlanmasıyla birlikte, Üçüncü Reich tarafından savaş sonrası Avrupa Yeni Düzeni'ni planlamak üzere bir bürokrasi oluşturuldu."</p><p>Dugin'in sınırları haksız bir şekilde kısıtlanmış olan ve Ukrayna'yı da içermesi gereken "Novorossiya" ("Büyük Rusya") vizyonu bu fikre çok uygundur. Faşistler genellikle mağdur edilmiş ve hak ettikleri ihtişama kavuşmaları için kendilerine yardım edilmesi gereken bir halkın savunucuları oldukları fikrine başvururlar. Dugin de buna uygun olarak ütopik hayaller ile intikam fantezileri arasında gidip gelmektedir. Jeopolitiğin Temelleri'nde megalomanyak eskatolojik kehanetlerini sıralarken ses tonundaki Hitlervari şiddeti açıkça duyabiliyoruz:</p><p>"Yeni küresel ideoloji, medeniyetlerin jeopolitik tarihine son noktayı koyan Nihai Restorasyon ideolojisi olacaktır; ancak bu, Tarihin Sonu'nun küreselci sözcülerinin teorize ettiği son olmayacaktır. Sonun materyalist, ateist, kutsal karşıtı, teknokratik, Atlantikçi versiyonu yerini farklı bir sona bırakacaktır - kutsal avatarın nihai zaferi, gönüllü yoksulluğu seçenlere manevi bolluk krallığını bahşedecek olan büyük yargının gelişi, ruhun katledilmesi üzerine kurulu zenginliği tercih edenler ise cehennemde ebedi lanet ve azaba mahkum edilecektir."</p><p>Dugin, simyadan alınan tuhaf fikirlerle büyülenmiş faşist bir entelektüeldir. Alexander Reid Ross'un ifadesiyle, "Avrasya'yı, Rus ruhunun saflığının ilerlemesiyle yükselebileceği palingenetik bir bölgesel zorunluluk olarak görmektedir. Avrasyacılık, su ve ateşin simyasal unsurları arasındaki metafizik bir savaşta 'Atlantikçilik' ile yüzleşmelidir." Ya da Gerard Toal'ın ifade ettiği gibi, Ukrayna Savaşı'nı "tellurokrasi (toprak) ve talasokrasi (su) arasındaki ruhani bir çatışma" olarak görmektedir.</p><p>Dugin aynı zamanda bir postmodernisttir. Jacques Derrida, Michel Foucault ve Gilles Deleuze gibi ikonoklastik sol kanat teorisyenlere büyük hayranlık duyduğunu ifade etmiştir:</p><p>Tarihsel iyimserliğin, evrenselciliğin ve tarihselciliğin postmodern eleştirisi... batı felsefesinin kavramsal aygıtının bütünüyle gözden geçirilmesi için doktriner önkoşulları yaratmıştır. Revizyonun kendisi tam olarak uygulanmamıştır ancak yapılanlar (Levi-Strauss, Barthes, Ricoeur, Foucault, Deleuze, Derrida, vb. tarafından), Modernin Sözlüğü'nün kapsamlı ve titiz bir yapıbozumu olmaksızın kullanılamamasını sağlamak için zaten yeterlidir.</p><p>Bu durum son derece ironiktir. Pek çok muhafazakar eleştirmen postmodern teoriyi batı toplumunun epistemik ve ahlaki temellerini çözdüğü için kınamıştır. Dugin, postmodernist kuramcıların bunu başardığını kabul etmekte ve Jordan Peterson'ın rahatlıkla kabul edebileceğinden çok daha gerici bir jeopolitik projeye hizmet ettikleri için onları övmektedir. Dugin'in batı düşüncesinin postmodern eleştirilerine ilgi duyması tamamen beklenmedik bir şey değil. Dugin, yirminci yüzyıl sonu Fransa'sında ortaya çıkan ve uzun süredir solda pek çok kişiyi etkileyen postyapısalcı felsefeleri derinden etkileyen Martin Heidegger'in hayranıdır.</p><p>Gerçekten de, bazı aşırı sağcılar Dugin'in Heidegger'in liberal demokrasinin reddini, hatta nihilist modernitenin ortaya çıkmasına yol açtığı için tüm batı tarihinin reddini gerektiren mesajının en eksiksiz anlayışını sunduğunu iddia etmektedir. Bu görüşe göre Heidegger, ilk olarak yirmi birinci yüzyıl Batı'sında ortaya çıkan nihilist postmodern kültürün, daha yüzeysel gericilerin sandığı gibi Aydınlanma aklının terk edilmesinin bir sonucu olmadığını öğretir. Hatta Nietzsche'nin öngördüğü gibi, Hıristiyan eşitlikçiliğinin bir sonucu da değildir. Bunun yerine, Heidegger'in "Varlık" kavramını ihmal etmemiz olarak tanımladığı şeyin bir sonucudur; bu da dünyanın anlamsız şeylerden başka bir şey olmadığına dair bir kavrayışa yol açmıştır ve bu kavrayış zalim insan hedonizmini tatmin etmek için sonsuza kadar manipüle edilmiştir.</p><p>Heidegger'in şifreli sözleriyle, hem liberalizm - "gezegensel aptallık"- hem de "Sovyet Bolşevizmi" reddedilmelidir. Yalnızca "Liberalizm ve Komünizmin nihai yıkımı" "başka bir Başlangıca sıçramaya ve Varlığın dönüşünün şafağına" izin verecektir.</p><p>Heidegger'e göre Almanya'nın hem Amerika hem de Rusya ile mücadelede oynayacağı çok önemli bir rol vardı. Dugin, Rusya'yı -ya da kıtaya özgü ve Rusya'da cisimleşen bir gücü çağrıştıracak şekilde "Avrasya" olarak adlandırdığı şeyi- küçümsediği Atlantik koalisyonuna karşı koyabilecek tek güç olarak görmektedir. Dugin özgünlükten ve insanların kendi kaderlerini kendilerinin çizmesinden çokça söz ediyor. Oysa o, insanlardan faşist entelektüeller tarafından kendileri için tasarlanan "kadere" kölece itaat etmelerini talep eden otoriter bir sistemi savunmaktadır.</p><p>İnsanlar karmaşıktır ve pek çok farklı arzu, amaç ve istekleri vardır. Bu çok çeşitli insani motivasyonların faşist bir filozof ya da lider tarafından bir şekilde eritilerek tek bir otantik halk iradesine dönüştürülebileceği fikri hayal ürünüdür. Otantik olmak, farklılaşmamış bir kitlenin parçası değil, bir birey olarak kendine sadık olmak demektir.</p><p>Faşist ideoloji Nazilerin elinde hayal bile edilemeyecek ölçekte bir trajediye yol açmıştır. Dugin'in yirmi birinci yüzyıl faşizmi, Rus halkının sözde "kaderine" dair tiz seslerle başladı ve son zamanlarda Sovyet dönemi silahlarını Ukraynalı askerlere ateşleyen yaşlı askerleri öne çıkardı. Duginizm bize Marx'ın şu gerçeğini hatırlatıyor: tarih önce trajedi sonra da komedi olarak tekerrür eder.</p><p>Matt Mcmanus**</p><p><br /></p><p>*Bu makalenin bir versiyonu ilk olarak Matt McManus, The Political Right and Equality'de yayınlanmıştır: Turning Back the Tide of Egalitarian Modernity (Routledge, 2023) kitabında yayınlanmıştır. Burada yer alan bölüm Areo'ya dahil edilmek üzere büyük ölçüde düzenlenmiştir ve yayıncının izniyle burada yer almaktadır.</p><p>**Matt McManus Michigan Üniversitesi'nde öğretim görevlisi ve The Emergence of Postmodernity ve yakında çıkacak olan The Political Right and Inequality kitaplarının yazarıdır.</p><p><br /></p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-55884594735961716672023-10-27T09:26:00.003-07:002023-10-27T09:26:23.801-07:00Frantz Fanon ile Kalkınmayı Sömürgesizleştirmek (Benjamin Selwyn) <p> </p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi1tLil0MDBhZKEtCNNGzAj_OuQ57NSobK3Oj86pAHdogvVhATWXOtLnvphePhcD3ic8Rf-O7R6ngk7KyaXR7uL4aIo6hquwhMr6qimmXxius36_6FWRkZDdxoZtzHniClL-Y3A-NSy9fKPNoiT5mR_chIuM2Ln9_rZSzxSnsIP04AWzZ4DMcoRy1Tsk8E/s890/02_frantz-fanon-lors-dune-conference-de-presse-du-congres-des-ecrivains-a-tunis-1959-c4cb0.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="617" data-original-width="890" height="222" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi1tLil0MDBhZKEtCNNGzAj_OuQ57NSobK3Oj86pAHdogvVhATWXOtLnvphePhcD3ic8Rf-O7R6ngk7KyaXR7uL4aIo6hquwhMr6qimmXxius36_6FWRkZDdxoZtzHniClL-Y3A-NSy9fKPNoiT5mR_chIuM2Ln9_rZSzxSnsIP04AWzZ4DMcoRy1Tsk8E/s320/02_frantz-fanon-lors-dune-conference-de-presse-du-congres-des-ecrivains-a-tunis-1959-c4cb0.jpg" width="320" /></a></div><br /><p></p><p> <b>Çeviri: Burak Bayülgen</b> </p><p>Büyük kültür teorisyeni Stuart Hall, Frantz Fanon'un Yeryüzünün Lanetlileri kitabını, sömürge dünyasındaki özgürlük arzusunu özetlediği için 'sömürgesizleştirmenin kutsal kitabı' olarak adlandırmıştı (1). Fanon, dünya nüfusunun çoğunluğunun yaşamını sistematik olarak değersizleştirerek ırkçılığın kapitalist sınıflar için nasıl örgütleyici bir ilkeyi temsil ettiğini aydınlatmaktadır. 'Yüzyıllar boyu kapitalistler azgelişmiş dünyada gerçek savaş suçlularıymışçasına davrandılar'. ‘Kapitalizmin altın ve elmas rezervlerini artırarak zenginliğini ve gücünü oluşturan başlıca yöntemler sürgün, katliamlar, angarya ve kölelikti' diye yazmıştı (2).</p><p>Fanon'un kalkınmayı sömürgesizleştirmek isteyenler arasındaki popülaritesinin nedenlerinden biri de postkolonyal ülkelerin halihazırda gelişmiş ülkeleri takip etmeye çalışmak yerine kendi kalkınma yollarını oluşturmaları gerektiğini savunmasıydı. 'Üçüncü Dünya kendisini kendisinden önceki değerlere göre tanımlamakla yetinmemeli'. ‘Aksine az gelişmiş ülkeler kendi değerlerine, kendilerine özgü yöntem ve üsluplara odaklanmaya çalışmalıdır’ diye uyarmıştı.</p><p>Fanon yalnızca sömürgeciliğin yerli halklar üzerinde yarattığı korkuları açıklamakla kalmamış, hayati bir şekilde gerçek insani gelişmeyi, kökleri kapitalist vahşeti aşan, işçiler ve yoksul taşralıklardan oluşan kolektif bir emekçi sınıfının oluşturduğu bir süreç olarak tasavvur etmişti.</p><p>Ancak düşüncesinin bu iki unsuru olan sömürgeciliğin şiddetinin eleştirel tanımı ve buna karşı gerçek bir insani gelişme alternatifi, sömürgesizleştirme hareketinin etkin düşünürleri tarafından çoğu zaman birbirinden ayrıştırılmıştı. Bu da Fanon'un tehlikeli bir şekilde yanlış yorumlanmasını temsil edip onun sömürgesizleşmiş bir dünyayı ve onu inşa edebilecek toplumsal güçlere dair görüşünü gölgelemiştir.</p><p><br /></p><p><b>‘Ufak belirti’</b></p><p>Kalkınma ve kalkınma çalışmalarını sömürgesizleştirme hareketi, özellikle kültürel ve postkolonyal çalışmalar olmak üzere önceki entelektüel hareketlerden beslenmektedir. [Bu hareket] yerel seslerin geçmişte ve bugün Kuzeyli güçler tarafından halen ötekileştirildiği şiddet içeren ideolojik süreçleri ortaya çıkarmaktadır. (Daha fakir ülkelerin daha zengin ülkeler gibi olmak ve kaynakları artırmak amacıyla halkı baskıladığı) ekonomik büyümeye dayalı telafi- kalkınma ideolojisini ve pratiğini sorgulayıp meydan okumaktadır. Üniversiteler ve diğer önemli kurumlardaki ırkçılığı ortaya çıkarıp buna karşı koymaktadır. Köleliğin yol açtığı hasarı telafi etmek için daha fazla tazminat talep etmektedir.</p><p><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhm2H0q5_xAJzjov_YOHZZnDOO7TGhmktc07ojSkkrilRBBwzvTA40Hn0VKaBPiRBU5jS7gr7zPdsnAEvwSEkxyluD4t9AejuLi8xbjsCj0OSLuzXAnqP1OTbYpuer7fzpZWzNmps6S-Was3eDBoORDegufwI3IFTDsKQ4bizyh-IVRsM2hBrrB_JDsGMI/s980/000_ARP1323886.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="551" data-original-width="980" height="180" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhm2H0q5_xAJzjov_YOHZZnDOO7TGhmktc07ojSkkrilRBBwzvTA40Hn0VKaBPiRBU5jS7gr7zPdsnAEvwSEkxyluD4t9AejuLi8xbjsCj0OSLuzXAnqP1OTbYpuer7fzpZWzNmps6S-Was3eDBoORDegufwI3IFTDsKQ4bizyh-IVRsM2hBrrB_JDsGMI/s320/000_ARP1323886.jpg" width="320" /></a></div><p><br /></p><p>Fanon'un çalışmalarında tüm bu unsurlar ön plana çıksa da o bundan çok daha fazlasını yapmıştır. Ancak bazı etkin düşünürler Fanon'un sömürgeci kapitalizme yönelik eleştirisini överken, onun Marksist sosyalizmini küçümseyip yanlış yorumlamışlardır. Böylelikle Fanon'un niyetinin tek taraflı ve cansız bir portresini sunmuşlardır. Örneğin, Postkolonyalizm: Tarihsel Bir Giriş'te Robert Young, Fanon'un siyasetini şiddet dolu Maoizm'le eşleştirerek yanlış yorumlamakta ve postkolonyal sosyalist kalkınma görüşünü göz ardı etmektedir: ‘Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin ve Fanon'un tutumunda dikkat çeken şey, bağımsızlığın ardından gelecek özgür toplumun nasıl olacağına dair ufak belirtilerle şiddetin erdemlerinin ve gerekliliğinin benimsenmesine dayanmasıdır’ (3).</p><p>Filistinli büyük aktivist-akademisyen Edward Said, Kültür ve Emperyalizm adlı eserinde, Fanon'un 'sömürgesiz … yeni bir siyasi düzen sürecine geçiş için bir reçete' sunmakta başarısız olduğunu iddia etmektedir (4).</p><p>Bu yazarlar Fanon'un sömürge eleştirisini sömürge karşıtı sosyalist kalkınmayı savunmasından ayırmakta neden bu kadar hızlı davranmaktadırlar? Cevap muhtemelen onların Fanon'dan daha muhafazakar oldukları gerçeğidir. Örneğin Said, (sosyalist olmayan) bir Filistin ulus inşası yönündeki geniş argümanının bir parçası olarak Fanon'dan beslenirken, Young öncelikle akademik amaçlarla yazmaktadır.</p><p>Aslında Fanon'un 'yeni hümanizm' savunuculuğu, sömürgesizleştirmenin tarihsel anına yönelik analizinin merkeziydi. Bu, (emekçi sınıf mücadelesiyle kapitalist sömürüye karşı savaşan, onu aşan ve en sonunda üretim araçlarına egemen olan) sosyalizmin derinden ve öteden beri süregelen geleneğini postırkçı, postataerkil, postyabancı bir dünyaya dair radikal ve son derece özgün bir vizyonla birleştirmektedir.</p><p><br /></p><p><b>Fanon’un Yeni Hümanizmi</b></p><p>Frantz Fanon, ilk kez Fransızca olarak yayınlanan Yeryüzünün Lanetlileri'ni 1961'de lösemiyle boğuşurken zamana karşı yarışarak yazmıştı. Yayınlanmasından kısa bir süre sonra da trajik bir şekilde genç yaşta ölmüştü. Kitabı yazmadaki ivediliğin bir başka nedeni daha vardı. O da Fransız hükümetine karşı Cezayir devrimi zaferin kapısında beklemekteydi. Ancak Fanon büyük bir öngörüyle hem Cezayir halkını hem de yakında bağımsızlaşacak diğer sömürge halklarını potansiyel olarak bekleyen -Afrikalı da olsa başa geçecek yeni elitlerin doğuracağı- tehlikeleri görmüştü.</p><p>Fanon, Marx'tan ilham almaktaydı ama aynı zamanda Marksizmin Stalinizmin etkisi altında nasıl çıkmaza girdiğinin farkındaydı. Fransız Komünist Partisi’nin (FKP) Cezayir devrimine yaklaşımı devrimci komünizmden ziyade ulusal şovenizmdi. Devrimin büyük bir bölümünü bireysel teröristlerin eylemleri olarak nitelendirip Fransa başbakanı Guy Mollet'in 1956'da Cezayir'de hükümete 'özel yetkiler' veren yasa tasarısını desteklemişti. Bunlar arasında çok sayıda yedek kuvvetin göreve çağrılması ve Cezayir'de sivil özgürlüklerin askıya alınması da vardı. Daha genel olarak, birinci dünyadaki işçilerin mücadelelerine 'üçüncü dünya'da yeni ortaya çıkan emperyalizm karşıtı işçi hareketlerinden daha fazla ayrıcalık tanımaktaydı.</p><p>FKP’nin gerici Marksizminden ötürü, tıpkı kendinden önce gelen pek çok devrimci gibi, Fanon da Marksizmi uyarlamış yahut kendi deyimiyle “esnetmişti”. Yeryüzünün Lanetlileri’ni Cezayir’de kapitalist sömürgeciliğe bağlı istismar ve baskının durumunu, sosyalist devrimin olanaklarını ve bundan doğacak yeni hümanist gelişme türlerini ele almak için yazmıştı. Kitap dolaylı olarak Ulusal Kurtuluş Cephesi'nin giderek muhafazakarlaşan askeri önderliği de dahil olmak üzere Fransız sömürge rejimine ve yeni oluşan postkolonyal Afrika elitlerine yönelik ikili bir eleştiriyi içermektedir.</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhimTr9CdWKsAFzZT90tamRvYiepPMuZ-VEHsCR74zZ2iikqDBKm0up8LascPcw7XTjvkyXRpX9wCATSSqr_mcnOfHWq1xUgk_AOu9mh8WpXySIXNzFHfwfpvXEGwBYbX3XT8jwnEqF7_q-Yh-4HyV96BhXclnQ4bx_jtIYvehYWtM-HoaL_Lmz6YejOrM/s950/00_Frantz-Fanon-sur-une-passerelle-dembarquement-de-bateau-avec-derrie%CC%80re-lui-Rheda-Malek-journaliste-dEl-Moudjahid-1.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="669" data-original-width="950" height="225" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhimTr9CdWKsAFzZT90tamRvYiepPMuZ-VEHsCR74zZ2iikqDBKm0up8LascPcw7XTjvkyXRpX9wCATSSqr_mcnOfHWq1xUgk_AOu9mh8WpXySIXNzFHfwfpvXEGwBYbX3XT8jwnEqF7_q-Yh-4HyV96BhXclnQ4bx_jtIYvehYWtM-HoaL_Lmz6YejOrM/s320/00_Frantz-Fanon-sur-une-passerelle-dembarquement-de-bateau-avec-derrie%CC%80re-lui-Rheda-Malek-journaliste-dEl-Moudjahid-1.jpg" width="320" /></a></div><p><br /></p><p>Fanon'a göre -kitlelerin kitleler için yaptığı- devrimin üçlü bir rolü vardı: Kusursuz bir sömürgesizleştirme, milliyetçi elitlerin devrimi ele geçirme gayretine engel olmak ve tarihsel olarak kitlelerin özgün bir demoktratik gelişme biçimi oluşturabilecek kapasitelerini fark etmelerini sağlamak. Bu devrimci gücün de yeni bir hümanizmi ortaya çıkarmak için gerekli olan işbirlikçi ruhu serbest bırakacağını umuyordu. Bu olmadan sömürgesizleştirmenin, ‘eski sömürgeci güçlerin dağıttığı kar payını kabul etmekten bir hayli memnun, tüccar zihniyete sahip, açgözlü ve doyumsuz bir tür küçük sınıf" olarak tanımladığı yeni bir elit yönetime dönüşeceğini öngörmüştü. Bu hızla köşeyi dönen orta sınıf kendini büyük fikirlerden ya da yeniliklerden aciz görmektedir. Avrupa’daki ders kitaplarında okuduklarını hatırlamakta ve fark edilmeden Avrupa’nın kopyasına bile değil, ancak karikatürüne dönüşmektedir'.</p><p>Fanon'un taşrayı devrimci değişimin etkenleriyle özdeşleştirmesi Cezayir devrimi sırasında şekillenmişti. 1954'ten itibaren çok sayıda Cezayirli yoksul, sivillerin öldürülmesinin ve toplama kamplarında işkencenin adeta resmi politika olduğu Fransız yerleşimci-sömürgeci devletine karşı çıkmış ve kahramanca savaşırken ağır kayıplar vermişti. 1957'nin sonlarında Fransız ordusu, İtalyan film yapımcısı Gillo Pontecorvo'nun Cezayir Bağımsızlık Savaşı (1966) filminde anlatılan şehir savaşında Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni mağlup etmişti.</p><p>Illinois Üniversitesi’nde profesör olan Lou Turner, Fanon'un "taşraya dönüşünü" (5), Cezayir devrimindeki kentli işçi sınıfı kesimlerinin yenilgisi bağlamında tartışmaktadır. Fanon kısmen taşra devrimini savunduğundan ötürü Robert Young gibi yazarlar tarafından -son derece yanlış bir yorum olarak- Maoizm ile ilişkilendirilmiştir.</p><p>Tam da Mao'nun kanlı büyük atılımının Çin'den çıkmaya başladığı haberleri duyulmaya başladığı sırada Lanetliler'i yazmış ve çoğu Maoist tarzı politikaları sarsıcı bir şekilde eleştirmişti. 'Arayı kapatma düşüncesinin insanı merhametsizleştirmek, onu kendisinden ve iç bilincinden koparmak, kırmak, öldürmek için bir bahane olarak kullanılmaması gerektiği' yönündeki argümanının Mao rejimine olduğu kadar, Ulusal Kurtuluş Cephesi de dahil olmak üzere giderek muhafazakarlaşan Arap Milliyetçisi elitlere de karşı olduğu yorumu yapılabilir.</p><p>Aslında Mao ile ilişkiler kuran, Cemal Abdünnâsır’ın Mısır'ı gibi Arap Milliyetçisi ve işçi sınıfı karşıtı rejimler aracılığıyla Çin Halk Cumhuriyeti’nden silah alanlar Fanon değil, Ulusal Kurtuluş Cephesi liderleriydi. Fanon'un taşralıları kitlesel bir devrimci özne olarak savunması, onları devrimciler olarak değil de devrimci gerilla ordusunun destekçileri olarak gören Mao savunuculuğundan niteliksel olarak farklıydı. Üstelik Fanon, Mao'nun aksine Cezayir taşralıları ile batılı işçiler arasındaki bir ittifakı savunmuştu.</p><p>Geçmişte ve günümüzdeki pek çok devrimcinin aksine, Fanon'unki erkek egemenliğine dayalı bir toplumsal değişim vizyonu değildi. Cezayirli kadınların “iki sömürgecilikle”; Müslüman ve Batılı ataerkillik ile savaştığını, ayrıca kadınlara anayasanın maddelerinde değil, günlük yaşamda, fabrikada, okulda, mecliste de erkeklerle eşit önem verilmesi gerektiğini savunmuştu.</p><p><br /></p><p><b>Yoksul Adına ve Yoksul Tarafından</b></p><p>Bu özgürlükçü dinamiğin bir kısmı tepeden inme Arap ve Afrika sosyalizmi ve milliyetçiliğinden tamamen farklı bir kalkınma biçimi olacaktı. 'Ulusal hükümet ulusal olmak istiyorsa, halk adına ve halk tarafından, yoksul adına ve yoksullar tarafından yönetilmelidir.' Kaynakların kamulaştırılması o zamanki Sovyet bloğunda ve yeni, bağımsız Afrika devletlerindeki gibi 'katı devlet kontrolüne dönüşmemelidir'. Aksine, 'hizmet sektörünü kamulaştırmak, alım satım için kooperatiflerin demokratik bir şekilde örgütlenmesi demektir. Bu da, kitleleri kamu işlerinin yönetimine dahil ederek kooperatiflerin özerkleştirilmesi anlamına gelmektedir.' Ancak bu daha başlangıçtır. 'İnsanın en değerli varlık olduğu ilkesine dayanan, tamamen halka adanmış sosyalist bir rejim tercihi, hızla ve uyum içinde ilerlememize olanak tanıyacak ve sonuçta siyasi ve ekonomik güç dizginlerini elinde tutan ayrıcalıklı bir azınlığın ulusun bir bütün olduğunu yok sayarak toplumun karikatürüne dönüşme olasılığını ortadan kaldıracaktır’.</p><p>Fanon, post-Nazi Almanyası'nın Nazi soykırımı için nasıl özür dilemeye devam ettiğini ve İsrail'e büyük miktarda tazminatlar ödemeyi kabul ettiğini belirtmişti. [Sömürgeci ülkelerin] eski sömürge ülkelerden postkolonyal ülkelere dek neden oldukları hasarı telafi etmeye başlamak için yardım yerine, benzer bir tazminat ödemesini savunmuştu.</p><p>Fanon, Maoizm'den farklı olarak Avrupa işçi sınıfları için kilit rol oynayan bir emekçi sınıfı sosyalist enternasyonalizminden bahsetmişti. ‘İnsanı bütünüyle dünyaya yeniden kazandırmaktan oluşan bu muazzam görev, sık sık sömürgecilik konusunda ortak atalarımızın gerisinde kaldıklarını itiraf etmeyi başaracak olan Avrupalı kitlelerin can alıcı yardımıyla başarılacaktır. Bunun için Avrupalı kitlelerin öncelikle uyanmaya karar vermesi, kafa yorması ve sorumsuz Uyuyan Güzel oyununu bırakması gerekmektedir'.</p><p>Fanon'un yeni hümanist kalkınması, özel mülkiyete veya devlet yönetimine dayalı bir ekonomiden ziyade, özerk, işbirlikçi bir ekonomi anlayışına dayanmaktaydı. [Bu kalkınma] ırkçılığın, ataerkilliğin ve kapitalist sömürünün yüklerinden arınmış insan ilişkilerinin geleceğine bakmaktaydı. Ancak böyle bir toplumun ortaya çıkması için hem sömürge yönetimini ortadan kaldıracak hem de yeni bir hümanist kalkınma konusunu hayata geçirecek kadar güçlü bir kitle devrimini savunmaktaydı.</p><p>Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri’ni Cezayir devriminin kaderinin de diğer sömürgesizleştirilmiş Afrika toplumları gibi olacağına dair bir uyarı olarak yazmıştı. Hakikaten de postkolonyal elitlerin dar siyasi vizyonu hakkındaki uyarıları fazlasıyla doğrulanmıştı. Mart 1962'de bağımsızlığın ardından Fransız yerleşimciler çiftliklerini ve fabrikalarını terk ederek Cezayir'den kaçmışlar, işçiler üç yıl boyunca bu kentsel fabrika ve çiftliklerin çoğunu yönetmişlerdi. Haziran 1965'te Houari Boumédiène yönetimindeki Ulusal Kurtuluş Cephesi'nin muhafazakar askeri kanadı sosyalist ekonomik dönüşüm girişimlerini sonlandırarak bir darbe yapmıştı.</p><p>Bugün kalkınmaya ve kalkınmayı sömürgesizleştirmeye yönelik artan ilgi ve çabalar günümüzde büyük adaletsizliklerin nasıl kapitalizmin derin tarihine dayandığının giderek fark edildiği daha adil bir dünya için büyüyen bir hareketi yansıtmaktadır. Frantz Fanon bu harekette adı geçen en önemli isimlerden biri olsa da, onun kapitalist sömürgeciliğe yönelik eleştirisinin -işçilerin ve taşralıların kapitalist sömürüye karşı toplu eylemine dayalı bir vizyon ve demoktratikleşme stratejisi olduğu- yeni bir insani gelişme biçimini savunmasının önemli bir parçası olduğunu vurgulamak önemlidir. Aksi takdirde ırkçılığı, ataerkilliği ve sınıf sömürüsünü tarihin kalıntıları haline getirmek için gereken dönüştürücü toplumsal mücadele türlerini baltalama riskiyle karşı karşıya kalırız.</p><p><br /></p><p>(1) Homi Bhabha, Frantz Fanon: Black Skin, White Masks (önsöz) çev. Richard Philcox, Grove Press, New York, 2008.</p><p>(2) Frantz Fanon, The Wretched of the Earth çev. Richard Philcox, Grove Press, New York, 2004.</p><p>(3) Robert Young, Postcolonialism: An Historical Introduction, John Wiley & Sons, New York, 2016.</p><p>(4) Edward Said, Culture and imperialism, Vintage, London, 2012.</p><p>(5) Lou Turner, ‘Fanon and the FLN: Dialectics of organization and the Algerian revolution’, Nigel C. Gibson (ed.), Rethinking Fanon: The Continuing Dialogue, Humanity Books, Amherst, 1999.</p><p><br /></p><p><br /></p><p><br /></p><p><br /></p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-33111904618362941232022-05-20T02:11:00.008-07:002022-05-20T02:11:55.645-07:00Barbarları Beklerken, Sayı: 12 <p> </p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEix-pxJu65clpxZ_0c1RzXXl370Pp21Un6B4qIvEJaU5J8IVc9il48RbOa_sONARS0336qE6JgVt8X-U8QNe1gKRD19KothFnWJrHImJsu4mZPk5gCGlZLfooPeQm-BFYYiQjpKLE_tIxlhf6PyFOiR1xhDliEDeNruimM7nmWXxpEV8RQvdzyR5rvf/s1600/IMG-20220519-WA0005.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1600" data-original-width="1131" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEix-pxJu65clpxZ_0c1RzXXl370Pp21Un6B4qIvEJaU5J8IVc9il48RbOa_sONARS0336qE6JgVt8X-U8QNe1gKRD19KothFnWJrHImJsu4mZPk5gCGlZLfooPeQm-BFYYiQjpKLE_tIxlhf6PyFOiR1xhDliEDeNruimM7nmWXxpEV8RQvdzyR5rvf/s320/IMG-20220519-WA0005.jpg" width="226" /></a></div><br /><p></p><p><b>Sunu</b> </p><p>Dayanışma sözcüğünün en kirli olduğu alan hangisi deseler, edebiyat deriz. Dayanışma, kolektif mücadele/müdahale pratikleri çıkar ilişkisi, reklam ve iktidar dışında gelişen, birlikte paylaşarak büyüyen bir süreçtir. Edebiyatçıların dayanışmadan anladıkları nedir peki? Hangi kitap eki'nde arkadaşın var? Şu edebiyat sitesinde tanıdığın editör var mı? Senin twitter takipçin çokmuş, şu benim kitaba da mı bir el atsan? Çok güzel şiir okuruz biz fotoğrafları. Bakın biz hem şiir okur hem şarap içeriz fotoğrafları. Bizim dayanışmadan anladığımız nedir? Melih Cevdet Anday'ın dediği gibi "suçumuz edebiyat"tır. Biz her yerde görünmeyen isimlerle ortak bir alan yaratarak büyük bir suç işliyoruz. Her şeyin bireyselleştiği, hayatlarımızın her anının politikaya döndüğü noktada politikadan kaçanlara inat hayatın politikasını savunuyoruz. Duyar kasmak konusunda özel bir yeteneğe sahip olan edebiyat ortamı Hikmet Sami Türk vakası karşısında dil kilitlenmesi yaşadı. Biz buna hayat kilitlenmesi de diyebiliriz. Hayata bu kadar kör kalanın gözü neden görsün ki? Ha bir de aydın budalalığını entelektüel şurupla karıştıranlar var. Normalde aydının topluma şifa olması gerekirken geriye dönüp baktığımızda hastalarla karşılaşıyoruz. Haliyle budala budala olarak kalıyor. Dayanışma sahte bir fotoğraf karesine dönüşüyor ve bu fotoğrafta en silik, en iki yüzlü renk edebiyatçılara ait. Fotoğrafın sahteliğine inat sormak istedik: Hayal Gerçek Ya sen? </p><p>Barbarları Beklerken'in 12. sayısı sizlerle...</p><p><b><br /></b></p><p><b>Yayına hazırlayan:</b> Dolunay Aker</p><p><b>Yayın ekibi:</b> Ferit Sürmeli, Dilay Kababıyık, Ömer Burçin Özkişi, Hakan Kaya, Dolunay Aker </p><p><b>Kapak: </b>Hakan Kaya</p><p><b>Dizgi: </b>Hakan Kaya </p><p><b><br /></b></p><p><b>Okuma linki: <a href="https://drive.google.com/file/d/1auzB_oHLt3x3iM5fG_iPKcJiKk0sgZvK/view?usp=sharing">https://drive.google.com/file/d/1auzB_oHLt3x3iM5fG_iPKcJiKk0sgZvK/view?usp=sharing</a></b></p><p><b><br /></b></p><p><b>Bu sayıya katkı sunan isimler: </b></p><p>Ferit Sürmeli </p><p>Ömer Burçin Özkişi </p><p>Dolunay Aker </p><p>Hakan Kaya </p><p>Yalçın Hafçı</p><p>Figen Füsun Pehlivan </p><p>Berivan Kaya </p><p>Tahsin Aladağ </p><p>Fahri Öz </p><p>Özgür Balaban </p><p>M. İnan Filiz </p><p>Erden Kahveci</p><p>Kerim Dönmez </p><p>Oğulcan Yiğit Özdemir </p><p>Özgür Soylu </p><p>İsmail Güney Yılmaz </p><p>Serdar Solkun</p><p>Kürşat Atam </p><p>İlhami Batı </p><p>İsa Balcı </p><p>Cansu M. Lalarin</p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-77974227444612687062022-03-21T12:45:00.001-07:002022-03-21T12:45:09.798-07:0021 Mart ve Biz <p>Barbarları Beklerken ilk yola çıktığında (21 Mart 2019) tekil bir projeydi sadece. Samandağ'da bir edebiyat etkinliği sonrası şiirin itaatsizliği şairin uzlaşmazlığı üzerine düşünürken bu projenin tekil bir enstrüman olarak kalmayacağını hissediyordum. Burada ben diyorsam bir başkasıdır. O başkası Türkiye'nin ve Kürdistan'ın farklı seslerinden doğan öfkedir. Öfke, başlı başına sanatın içine ve hayatın kilit noktalarına kattı bizi. Barbarları Beklerken yola çıktığında aklında Kavafis vardı. Rimbaud yanında dolaşıyordu ve Turgut Uyar ondan hiç uzak değildi. Edebiyat kamusunun konformist aklına karşı kolektif avangard bir birliktelik... Başkasının derdine yoğunlaşan, başkasıyla öğrenen, eleştiren, eleştirilen, gerektiğinde saldırmaktan ve imha etmekten geri durmayan, apoletlerin mevzisine tamah etmeden kendi olanaklarıyla oluşturulan bir birliktelik... bugün bir birikim sağladığımızı, birlikte biriktiğimizi düşünüyoruz. Sanatın en başta sanatçıların despot ve egoist kürsülerinden kurtulduğu an'a yaklaşıyoruz. Son sayımızda "Sanat öldü! Yaşasın Sanat!" demiştik. Bu cüreti dostlarımızın sağladığı desteğe borçluyuz. Dostlarımız okurlarımızdır. 21 Mart bizim için doğuş anıdır ve bu anın güzelliği Newroz'la bir olmasıdır. Belki burada çok ses çıkardık ama o sesin hepimize ait olduğunu biliyoruz. O sesi güzelleştiren, büyüten Barbarları Beklerken okurlarına çok sevgiyle. </p><p>Barbarları Beklerken Sanat Kolektifi</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiQglivzQizw3oa3sYV5f81XrQ5AXGQA7EELwFcwSdXse-lZmX9V4bbjZc15kbscrwwdg4JhlQMjUqns48gXtT6YQTLkAEGGFfYTOWdTmq8fwQ6Mhx2TvbAdTTIBvBCRIHx_P4Ub5KMGrZpYbgCn48gDAP8d9rhi2MXJ-j9ruQe36eGTVhCMjqtYHYU=s960" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="717" data-original-width="960" height="239" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiQglivzQizw3oa3sYV5f81XrQ5AXGQA7EELwFcwSdXse-lZmX9V4bbjZc15kbscrwwdg4JhlQMjUqns48gXtT6YQTLkAEGGFfYTOWdTmq8fwQ6Mhx2TvbAdTTIBvBCRIHx_P4Ub5KMGrZpYbgCn48gDAP8d9rhi2MXJ-j9ruQe36eGTVhCMjqtYHYU=s320" width="320" /></a></div><p>#barbarlarıbeklerkensanatkolektifi #sanat #edebiyat #şiir #barbarlarıbeklerken #newrozpirozbe</p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-57986040550556874492022-02-26T01:31:00.002-08:002022-02-26T01:53:17.122-08:00Bir İttifak Hâlesi: Varlık<p>Türkiye edebiyat ortamına, oradaki çıkar ilişkilerine, kariyer planlarına dair öngörülerde bulunmak, tespitler yapmak zor değildir. Çünkü somut olaylara, insani durumlara amasız fakatsız cümlelere bakamayan, aklında sürekli ittifak haleleri dolanan bir edebiyat ortamıyla karşı karşıyayız. Edebiyat orada duruyor. Edebiyatın emeği bir gün karşılık bulacak. Peki insan olma hâllerimiz, kötüyü yıkma içgüdümüz, değiştirme isteğimiz; insanlığa yapılanları duymayan, görmeyen, bilmeyen edebiyat kim tarafından okunacak? Evet, Varlık Dergisi'nin Adalet Eski Bakanı Hikmet Sami Türk'ün metnini yayımlaması köklü bir meseledir. Bu kök Varlık Dergisi'nde hep vardı. Varlık bir gelenektir. Kanonların birleştiği noktadır. Bu geleneğin içinde gözlerini açanlar eğer bugün iyi göremiyorsa gözlerini değiştirecekler ya da insanlıklarını değiştirecekler yahut biz her gün onlara, onları değiştireceğimizi hatırlatacağız. Barbarları Beklerken okurları bilirler ki biz bizimle alakalı her şeyi dostlarımızla, okurlarımızla paylaşırız. Yeri gelir sitem ederiz, yeri gelir bize gelen sitemleri oturur düşünürüz. Bu bir dert ortaklığıdır. Türkiye edebiyat ortamı ve bir kısım dergiciler, yayıncılar bu dert ortaklığını kaybetmişlerdir. </p><p>Varlık Dergisi, Hikmet Sami Türk Vakası ile ilgili bir açıklama yapmayacak demiştik, öyle de oldu. İnsanların unutkanlıklarını kolayca kullanmayı kurnazlık sananlar bize ve dert ortaklığı yaptığımız hatta Varlık Dergisi'ni okuyup arşivlerinde biriktirenlere, okurlarına, özeleştiriyi çok gördüler. İşte edebiyatçıların duyması gereken utanç kaynağı budur. </p><p>Tarih işlenmezse, not düşülmezse hafızayı suçlamak bize hiçbir şey kazandırmaz. </p><p>Sizinle Varlık Dergisi'nin Mart 2022 künye bilgilerini paylaşıyoruz: </p><p>Bir Varlık Hikâyesi: görmemek, bilmemek, duymamak. Dosya konusu: Yüzsüzlük. Katılımcılar: Hikmet Sami Türk adlı katile dair tek cümle kuramayan ama Varlık Dergisi'nde yer kovalayan yüzsüzler ordusu. </p><p>Unutmayacağız! </p><p>Barbarları Beklerken Sanat Kolektifi </p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEj94Yv7m99vqHj-ErKrK9vaCb4i5zwJI6q-ciaOnKB7DaJ6p3UpNXkZjtoXmj04UOfMzSnAOjuDgwRgF70E8NXz-ctZukzjxwBjqgR-C1Ikymd5irgT7G8NHduuezDeIyc654alx5d2XU4GwWpMZ65DVs053GD3j_CwqeL9Fvcemu_6aA1TUW0PBwqO=s1080" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1080" data-original-width="1080" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEj94Yv7m99vqHj-ErKrK9vaCb4i5zwJI6q-ciaOnKB7DaJ6p3UpNXkZjtoXmj04UOfMzSnAOjuDgwRgF70E8NXz-ctZukzjxwBjqgR-C1Ikymd5irgT7G8NHduuezDeIyc654alx5d2XU4GwWpMZ65DVs053GD3j_CwqeL9Fvcemu_6aA1TUW0PBwqO=s320" width="320" /></a></div><p><br /></p><p>#varlıkdergisi #hikmetsamitürk #dergiler #sanat #edebiyat #barbarlarıbeklerkensanatkolektifi </p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-6687075103900992422022-02-25T02:34:00.005-08:002022-02-25T02:36:10.561-08:00Sanatçılar ve Militarizm: CI vakası (Oğulcan Yiğit Özdemir) <p>“Sanatçı olmak, korkak olmak demektir”, diyor Godard. Sanatı göklerdeki temaşasından yeryüzüne indiren bu varlık, esas itibariyle bütün politik gücünü muktedirlerle, sivil ve askeri giyimli –ki çoğu zaman yan yana (daha doğrusu alt-üste) bulunurlar-, kapışmasına borçlu. Bu anlamda egemenler nezdindeki rahatsız ediciliği, ifadeye tanıdığı özgürlükten ve başat çelişkilerin farkında olma duyusundan, bu türden bir sağduyudan kaynaklı.</p><p>“Bütün şairler generallere karşı birer komünisttir” denir. Neden? Çünkü yaşamı cetvelle, adeta Afrika kıtasını böler gibi bölen, hesaplayan, çıkartan ve toplayan bu agresif duyuya karşı şair “birliği” savunur. Bu birlik, generallerin çizdiği sınırlara karşı, rakamların ve mutasarrıf saldırganlıkların aleyhine işler.</p><p>“Şiir, anayasaya aykırıdır” diyordu, Cemal Süreya da. Neden, nizam bozar çünkü. Anayasal düzen günübirlik yaşantıyı olağan seyrine sokarken, şiir oradan çıkartmaya, olağanüstüne yol vermeye çalışır. Peki ya savaş? O da olağanlaştırılmış şiddetin, yani egemenlerin politik şiddetinin başka araçlarla, yani bombalar ve cephe savaşıyla sürdürülmesi değil mi? Fazlası, akan kan ve görmezden gelme eğilimlerini tarumar etmesi, çelişkileri çıplaklaştırması.</p><p>Contemporary İstanbul’un Suriye (Afrin) işgaline tuttuğu alkışa, ne demeli o halde? Bir sanat fuarından fazla şey beklemek, adeta sanatçıları bu konuda susmaya “zorlama” hamlesi değil de nedir bu? Ekonomik zoru, politik zorbalıkla pekiştirme ve geçiştirme girişimi, desek yeri.</p><p>Hyperallergic.com yazarı Jennifer Hattam’ın twitter paylaşımlarıyla ortaya çıkan bu vaka, sanatatak.com’da çıkan habere göre, katılımcılara iletilen 14 Eylül 2019 tarihli bir mailden oluşuyor. Yani aslında, üsluba bakılırsa bir skandaldan korkulduğu ortada. Birileri, direktörü bu konuda tabir-i caizse “ittirmiş”. Böylelikle bir sanat fuarı direktörü, jeopolitik bir numaraya alet edilmiş.</p><p>Yabancı basına sunulan bu mektupta “Barış Pınarı harekâtının yabancı basın tarafından yanlış sunulduğu”, “bölgenin teröristlerden temizlenmesi için yürütüldüğü” belirtiliyor. Haberin tamamı için: http://www.sanatatak.com/view/contemporary-istanbuldan-baris-pinari-harekatina-destek</p><p>Savaş propagandasının her türlüsüne karşı olması gereken bu kurumlar, değil mi söz ipotekliyor, varoluşlarına ihanet ediyor, sanatçıları müfreze misali ipe dizmeye çalışıyor. Buna karşı koymayanların işlerine ne oluyor? Rutkay Aziz dün aynı harekâta destek verirken, bugün Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline karşı “yurtta sulh, cihanda sulh” bayrağı açanlardan yalnızca biri.</p><p>Ülkesini savunmak, işgal edilmesini önlemek için savaşa katılan sanatçılar olmuştur. Apollinaire, bunun saçmalığının farkına varır ve savaş dönüşü, sürrealistlere katılır. Ressam Franz Marc, cephede ölür. Sanat, genelde savaştan yaralı yahut inancı zedelenmiş çıkar. Sanıyorum kurşun askerleri cepheye ittiren hiçbir sanatçımızda böylesi bir yürek dahi yok.</p><p>Anlaşılan o ki onlar için yurtta ve cihanda barış politik bir manevradan, kamuoyu yoklamasından, pragmatik bir meseleden ibaret.</p><p>Bu militarist mirası reddetmeyenlerin “sahibinin sesi” olmaya doğru gittiği, sanatın ve sanatçının bağımsızlığını riske attıkları, yanı sıra sanatın gücünü savaş çığırtkanlığını beslemek için kullandıkları veya bunun önünü açtıkları, bir başka gerçek.</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEi1SI3u5eC4QuXj9uu-UUJNj2Sn--ZWoGxGXiXGLYuh2LNggLKksD6lL5sEkrwYOp3m-gzvJZhh10YQfLsS2ZeDnZvr8A7W6_S8NQwoLhBXiZNQjV0TVqDnIPJkelqSlDj8R8agkhyBHr3fcGIi75c8tCwJHUUL-EfL7ZYBKOIRbqmS3u6v46Lv1Zvx=s1200" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="927" data-original-width="1200" height="247" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEi1SI3u5eC4QuXj9uu-UUJNj2Sn--ZWoGxGXiXGLYuh2LNggLKksD6lL5sEkrwYOp3m-gzvJZhh10YQfLsS2ZeDnZvr8A7W6_S8NQwoLhBXiZNQjV0TVqDnIPJkelqSlDj8R8agkhyBHr3fcGIi75c8tCwJHUUL-EfL7ZYBKOIRbqmS3u6v46Lv1Zvx=s320" width="320" /></a></div><br /><p><br /></p><p><br /></p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-17696576642148300522022-02-16T10:02:00.004-08:002022-02-16T10:14:27.173-08:00Hapiste Yazmak ya da Kişisel Bir Hapislik Tarihi (Özgür Soylu) <p><b>Barbarları Beklerken Sanat Kolektifi olarak 19 Aralık Katliamı'nın faili Adalet Eski Bakanı Hikmet Sami Türk'ün Varlık Dergisi'nin son sayısında yer alması üzerine yazdığımız bildiri sonucu Varlık Hikâyesi artık kamuoyunun tartıştığı, eleştirdiği, tepki gösterdiği bir düzeye ulaştı. Fakat bu tartışmanın asıl muhatapları olan yazarlardan hiçbir tepkinin gelmediğini de söylemeliyiz. (Birkaç yazar eserlerini geri çekerek onurlu bir duruş sergilediler) Aşağıda okuyacağınız metin öykü yazarı Özgür Soylu'ya ait. Hikmet Sami Türk'ün adalet bakanı olduğu dönemin tanıklarından olan Özgür Soylu önce insan sonra yazar olarak yaşadığı süreci anlatıyor. Failler yargılanmadığı sürece "edebiyatçılar" suç işlemeye devam edecektir. Katilden taraf olanın edebiyatı da suçludur.</b></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjKMXdFrNDWdhswCx7dbGa6eX883gc5GDp_ZOPDCPpwkTufXlEd3IKPTMtr39RkG7GTAWK4Fig_Qhng7fnvHBP0aQEymPj1-QDhHipSyrIU3LMyUOv6HI3A7vYAjC2qIIXvSXnJIZYvuphainZ5SdErD-yIr_H_hYRKPR_OMInlJA7iXphm73xFuIrL=s960" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="960" data-original-width="960" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjKMXdFrNDWdhswCx7dbGa6eX883gc5GDp_ZOPDCPpwkTufXlEd3IKPTMtr39RkG7GTAWK4Fig_Qhng7fnvHBP0aQEymPj1-QDhHipSyrIU3LMyUOv6HI3A7vYAjC2qIIXvSXnJIZYvuphainZ5SdErD-yIr_H_hYRKPR_OMInlJA7iXphm73xFuIrL=s320" width="320" /></a></div><br /><p><b>Hapiste Yazmak ya da Kişisel Bir Hapislik Tarihi</b></p><p><b><br /></b></p><p><b>Hapiste Yazmak Mektupla Başlar</b></p><p>Hapishaneye girdiğimde bana tuhaf gelen ilk şey koğuş oldu. Gözlerim filmlerdeki demir parmaklıkları arıyordu. Hatta bir de önemli günde gelmişim ki duvarlar sevdiğim renklerle kaplı. Sonra ne tuhaf geldi biliyor musunuz? Avluda iki duvar arasında gidip gelenler. N’apıyor bunlar, dedim. Voltaymış adı. Aradan birkaç ay geçince voltacılardan biri de ben oldum.</p><p>Dışarıyla iletişim haftadan haftaya görüş günlerinde. Bir de soyadı tutmadığından, uzakta oturduğundan, ortalıkta görünmemesi gerektiğinden gelemeyen doslar olunca mektupları keşfettim.</p><p>Yazmak konuşmaktan iyiymiş. En azından olur olmaz ağzından fırlayıp gitmiyor kelimeler. “Seni seviyorum” türünden “delikanlı kimyasını bozan” cümleler için ise devrim niteliğinde bir kolaylık. Acayip hoşuma gitti bu mektup işi.</p><p>İlk mektubumda ufak çaplı bir kriz yaşamadım değil. Zarfı yapıştırıp mektup kutusuna koydum. Diğer zarfların açık olması dikkatimi çekti. Yeni gelenlere yapılan şakaların üç beş çeşidi bana da yapılmıştı. Dolayısıyla her acayipliği sorarak sazanlık yapmak istemedim. Çıktım voltaya. Sabırsızlıkla yanıma eskilerden birinin takılmasını bekledim, on adım ileri, on adım geri. Neyse ki çok geçmeden biri geldi. Sıradan bir muhabbet girişinden sonra zeka küpü ifademi takındım;</p><p>“Ya bizim aradaşlar amma dalgınlar”</p><p>“N’olmuş?”</p><p>“Mektupları kapatmayı unutmuşlar”</p><p>“Sen unutmasaydın”</p><p>“Unutur muyum?”</p><p>Arkadaş uzatmadı. Mektuplar idare tarafından okunduğundan açık bırakılması gerekiyormuş. Okuduktan sonra idare kapatıyormuş. Mektubumu kutudan nasıl aldığımı bilemedim. Söyleyemediklerini yazmak iyi de üçüncü bir kişinin önünde olunca o bile kolay değil.</p><p>Çok sürmedi ona da alıştım.</p><p>“Mahpus mektupları sık kaybolur”. Bu, biz içerdekilerin kalıp sözlerinden biridir. Mektupların neden kaybolduğunu sorarız ama suçluyu bulamayız. Mektuplar taahhütlü, iadeli taahhütlü, APS gibi postaneye teslim edildiği alındı kağıdıyla belgelenmeyen sınıfındaysa (yani şu tek pullu, literatürdeki adı adi mektup olan) kaybolma riski daha çoktur. Çünkü kaybolduğunda posta idaresini ya da başka birini dava etme hakkımız yoktur. Yani sorsak idareye:</p><p>“Benim mektup niye yerine ulaşmamış?”</p><p>“Valla adi mektuplar böyle. Adrese ulaşma garantisi yok.”</p><p>Bizde de taahhütlü gönderecek para yok!</p><p>Senaryolar yazar, tahminler yaparız:</p><p>“Yoldaş diye hitap etmiştim, herhalde ondan…”</p><p>“Son zamları eleştirmiştim…”</p><p>“Kardeşime bir iki kitap tavsiye etmiştim…”</p><p>Bir çocukluk hastalığı olsa gerek, mektuplarımızın kaybolması bazen bizi mutlu bile eder;</p><p>“Adamlar biliyor canım kimin kendileri için tehlikeli olduğunu.”</p><p>Kendi kendini pohpohlama sonucundaki mutluluk çok sürmüyor tabii. Mektupları ulaştırmanın bir yolunu bulmak gerek. İllegal yolları ifşa edecek değilim. Açık kanalı genişletmeyi tartışıyorum. Mektupları uygun bir dille kaleme almak mümkün. Bu uygun dilin adı, biz içerdekiler arasında Ezop Dili’dir.</p><p>Evet, bu Ezop o Ezop. Yani masalcı Ezop. Masal dili malum, yumuşak, sade bir dil. Biz de idarenin sansürüne takılmasın diye mektuplarımızı böyle bir dille yazarak gönderiyoruz.</p><p>Bu dili kullanmanın dezavantajları da var tabii. Birincisi, “nasılsın, iyi misin”li basit mektuplar yazabileceğimiz ihtimal dâhilinde görülmediğinden, idare tarafından her kelimemize “acaba bu neyin şifresi” paranoyasıyla yaklaşılması ve kaçınılmaz olarak mektubun gönderilmemesi. İkincisi; Ezop Dili’ne iyice kendini kaptırıp bir müddet sonra dinamit gibi metinler yazamıyor hale gelmek. Politik yazılarda doğru kelime kullanmanın olmazsa olmazlığını da işin içine katarsak, bol bol yanlış anlamaları üçüncü dezavantaj olarak görebiliriz.</p><p>Her ne olursa olsun, biz içerdekiler Ezop Dili’ne minnettarız. </p><p><br /></p><p><b>Mektuptan Yazıya</b></p><p>Hapiste sadece mektup yazmadım. Edebiyat açısından bakarsak, hapse girmeden önce roman niyetine hayatımı yazmaya koyulmuştum. Kırk sayfa adar yazdığımı hatırlıyorum. Sonra bir arkadaşım merakla okumak için ısrar etti. Mesele tek başına onun ısrarı değil. İnsan birkaç sayfa yazmayagörsün, hemen ortaya atıp “vay anasına” dedirtmek istiyor. Ben de arkadaşıma verdim. Birkaç sayfa okudu, sonra önüme koydu kâğıtları:</p><p>“Amma sıkıcı.”</p><p>Gel de yaz artık. Ta ki hapse düşene kadar. Mektuplar yazmaya ısındırmıştı beni. Oturdum bir öykü yazdım. Emniyette, arkadaşlarını ele verme korkusuyla intihar eden bir genci anlatıyor. Kısa, bir sayfalık bir öyküydü. Öyküyü bitirdiğimde kimseye göstermedim. Sessiz sedasız bir edebiyat dergisine gönderdim. Dergi düzenli olarak koğuşa geliyordu. On beş, yirmi gün sonra baktım öyküm yayınlanmış. Sevinmek ne kelime? Oturup on beş dakikada yazdığım bir sayfalık metnim yayınlanmıştı. Ohoo dedim, bende ne cevherler varmış, böyle daha çok yazarım. Hemen kâğıt kalem, masa başına. Masanın yanından geçenler manalı manasız bana bakıp gülüyorlar. Kimileri laf bile atıyorlar:</p><p>“Ünlü oldun ha?”</p><p>“Yine öykü mü yazıyorsun?”</p><p>Utanıyorum, sıkılıyorum ama yine de yazıyorum. İlk öykümün yayınlanmasının ardından geçen üç beş günde üç beş öykü daha yazdım. Hepsini aynı dergiye postaladım. Yeni sayıyı beklemeye başladım.</p><p>Utanıyorum falan ya, görüşe gideren çaktırmadan dergiyi de yanımda götürmeden edemiyorum. Anneme gösteriyorum, çok seviniyor. Ertesi hafta gelen bütün görüşçülerim aynı konudan bahsediyorlar:</p><p>“Bizim oğlan yazar oldu.”</p><p>Yine utanıyorum.</p><p>“Ne var bunda utanılacak”, diyebilirsiniz. Şu var, burjuva basındaki köşe yazarlarının kimilerinin hayat hikâyeleri ortada. Gençliğinde devrimci ideallleri için mücadele ederen tutuklanmış. Hapishanede okumuş, yazmış. Yazdıklarını bir yerlerde yayınlamış. Hapisten çıkınca da pratik mücadeleyi bırakıp bir gazeteye kapağı atmış, “yazarçizer takımı”na karışmış. İyileri reformist, burjuva hümanist, feminist, sivil toplumcu falan filan olmuş. Kötüler ise devrimcilere goşist, Vandal, hatta terörist diyen birer zavallı Faust olmuşlar. Böylesi örnekler dururken eylemle değil de yazıyla ünlenmek elbette imalı bakışların hedefi yapıyor insanı. Genç bir devrimcinin bu paranoyaya düşmemesi mümkün değil.</p><p>Bu durumun benim aklıma “neden yazıyorum” sorusunu ilk kez getirdiğini söylemeliyim. Yanıt yok. Aslında var da hepsi abartılı sözler.</p><p>Benim şu üç beş günde yazdığım “öykülerin” hiçbirisi yayınlanmadı. Öykümün yayınlandığı dergiye baka baka birkaç ay geçirdim. Sonra, haftalık çıkan politik yayın organının yazıyla beslenmesi gündeme geldi. Her hafta, üç beş kişi oturup dergiye ne yazacağımızın planını yapıyorduk. Şanslıydım. Önceden beri dergiye düzenli olarak yazan arkadaşlarla aynı masadaydım. Yazılarımız genelde kısa politik teşhir yazılarıydı. Dergide kültür sanat sayfası da vardı. Biz içerdekilerden bu sayfaya da yazı isteniyordu. Neden bilmem, bu yazılar hep bana kalıyordu. Brecht, Nazım, Yılmaz Güney hakkında yazılar yazdım. Bu dönem benim için müthiş bir eğitim oldu. Türkçeyi üniversitedekinden daha iyi öğreniyordum. İmla kurallarını, bir gazete makalesinin ne olduğunu biraz öğrenmişsem bu döneme ve birlikte çalıştığım arkadaşlarıma borçluyum. </p><p>Sonra ücra bir hapishaneye sürgün edildim. Kendimle baş başaydım orada. Dergiye yazmaya devam ettim. Bu kez yanımda herhangi bir rehberim yoktu. Ve yeni hapishanenin idaresi son genelgeyi uygulamak konusunda oldukça prensipliydi.</p><p>Sürgün hapishanede ilk yazımı yazdım, zarfa koydum, postacı gardiyana verdim. Yarım saat sonra, müdür tarafından imzalanmış bir yazıyla birlikte geri getirildi zarfım:</p><p>“Gazetelere yazı gönderilmesi Bakanlığın falanca talimatına göre yasaktır.”</p><p>Postacı gardiyanın yüzüne baktım, mahcup güldü:</p><p>“Valla benden kaynaklı değil, talimat böyleymiş.”</p><p>“E, bu hapishanede mektup göndermek de mi yasak?”</p><p>“Yok canım niye yasak olsun? Ama bu mektup değil ki.”</p><p>Çözümü bulmuştum, mektuplar. Aynı yazının girişine “Merhaba sevgili Arkadaşım” deyip, “nasılsın, iyi misin”le devam eden üç beş paragraflık mektup yazdım. Ardından “sana şu konudaki düşüncelerimi aktarmak istiyorum” diyerek yazıya girdim. Sonuna da éBu konuda söyleyeceklerim bu kadar. Arkadaşlara, annene, babana çok selam” deyip bitirdim. Benim yazı bir mektup olarak sorunsuz gitti.</p><p>Mektubu gönderince, acaba bizim arkadaşlar bunu gerçekten kişisel bir mektup olarak anlarlar mı sorusu kafama takılmadı değil. Kaygılarım yersizmiş. Ertesi hafta benim mektubun ortasındaki yazı çıkarılıp dergide yayınlanmış. Üstelik bir de yanıt geldi mektubuma:</p><p>“Sevgili Arkadaşım,</p><p>Nasılsın, iyi misin?</p><p>Mektubunu aldık, düşüncelerini okuduk. Senden bir ricamız daha var: …. Konusundaki düşüncelerini de aktarırsan seviniriz. Fazla uzatmadan, şöyle iki üç sayfa kadar…</p><p>Annen falan geliyor mu? Çok selam söyle. Kendine iy bak.</p><p>Sevgili Arkadaşın.”</p><p>Bir müddet sonra mektuplar tıkır tıkır gidip gelmeye başladı. Kimi zaman sııntılar olmuyor değildi. “Sevgili Arkadaşım” bazen mektubun şu giriş ve sonuç kısımlarını hiç dikkate almıyordu. Ben de istediklerim için sivil bir mektup yazmak zorunda kalıyordum. </p><p>Mektup ortası yazı yazıyoruz ya, bunun ilginç sonuşları da oluyordu. Sürekli yazıyor olmaktan analı iyice alıştırmıştım. Artık Ezop Dilini de iyice zorluyor, vurucu bir dille yazabiliyordum. Memurlara dönük bir hak gaspı var ve ben o hafta bu konuyu önüme çekmişim. Ertesi gün, mektubu okuyan gardiyan:</p><p>“Dünkü mektubunda yazdıkların gerçekten doğru mu, hükümet böyle bir kararname mi çıkarmış?”</p><p>Mektuplar sık kaybolur dedim ya, bazen bu durum paranoya oluyor bende. Bir mektubumun yerine ulaşıp ulaşmadığından şüphe ederek gardiyanı çağırıyorum. Mektubuma el koymakla suçluyorum. Yemin billah ediyor. Sonra öğreniyorum, yerine ulaşmış. Gardiyanda hata yok. Ertesi gün “Sevgili Arkadaşıma” yazdığım mektubun girişinde bir fıkra anlatıyorum:</p><p>“Adamın birinin artık canına tak etmiş yoksulluk. Oturmuş bir mektup yazmış Allah’a. Allah’ım demiş, bunca yaşıma kadar senin bütün emirlerini yerine getirdim, iyi bir kulun oldum. Çok yoksulum, açım. Bana bin lira para gönder.</p><p>Zarfın üzerine Allah’a, yazmış, posta kutusuna atmış. Mektup postaneye varınca postacılar bakmış, şaşırmışlar. Mektubu açmaya karar vermişler. Okuyunca adama acımışlar, aralarında iki yüz lira toplayıp zarfa koyup adama postalamışlar.</p><p>Adam zarfı açmış hemen paraları saymış. İki yüz lira olduğunu anlayınca hemen yeni bir mektup yazmaya koyulmuş:</p><p>Allah’ım sen kesin bin lira göndermişsindir de bu şerefsiz postacılar sekizyüzünü çalmışlardır.”</p><p>Ertesi gün mektupçu gardiyan mektubumu alırken, şerefsiz postacılar, deyip gülüyor.</p><p>Dergiye yazı hazırlama sürem gün geçtikçe kısalıyor. Dolayısıyla bana da başka şeyler yazmak için vakit kalıyor. Bir yerlerden Fethi Naci’nin kitapları elime geçiyor. Sonra Berna Moran’ın Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış ciltleri. Peşinden, roman sanatı başlıklı kitaplar. Bu kitaplarda bahsedilen romanların peşine düşüyorum. İçim dışım roman oluyor. Okuduklarımı anlamak heyecan veriyor. Bu heyecanımı birilerine ifade etmek istiyorum. Kimseyi bulanıyorum. Bulamadıkça kendime dönüyorum.</p><p>İçim dışım roman olmuş. Bir roman yazmaya başlıyorum. Bir yığın metafor geliyor aklıma. Günde beş saat roman üstüne çalışıyorum. Her gün ne yazmışsam daktilo ediyorum. Daktilo ettiklerimin bir kopyası bende kalıyor, bir kopyasını haftalık biriktirip aileme gönderiyorum. Neme lazım? Hapishane burası. Araması var, operasyonu var. Ayda bir kez yapılan genel aramada prensip sahibi bir gardiyan ya da askerin gözüne takılabilir. Bu prensipli göz bir de romanımdaki devrimci karakterin iç konuşmaları kısmına takılırsa, haydi bakalım, “incelenmek üzere alınacak!” Ya da bir operasyon olsa, her şey kül olur. </p><p>Dışarı göndermenin de tuhaf sonuçları oluyor. Romanımı haftada on ayfa kadar yazıyorum. Bu on sayfayı pazartesileri postaya veriyorum. Birkaç hafta sonra gardiyan mektupları alıren soruyor:</p><p>“Mesut n’oldu ya, hiç bahsetmiyorsun?”</p><p>“Hangi Mesut? ”diyorum.</p><p>“Senin romandaki çocuk var ya?”</p><p>Hoşuma gidiyor, daha istekli yazıyorum.</p><p>Aradan birkaç hafta daha geçiyor. Aynı gardiyan mektupları alırken:</p><p>“Amma çok yazıyorsun ya. Pazar akşamları kara kara düşünüyorum, Özgür yarın yine kocaman zarfı verir diye. Zorla kitap okutuyorsun ban. İnsan Hakları’na şikayet edeceğim seni.”</p><p>Benim romanın çuvallamaya başladığını düşünüyor, sıkılıyorum. Romanımı parça parça gönderdiğim akrabamın tepkilerinin bana yardımcı olmasını bekliyorum. Her yazdığımı okuyor ve hepsine güzel olmuş, diyor. Kızıyorum, sıkılıyorum. Aradan birkaç hafta daha geçiyor. Akrabamın rutin mektuplarından biri geliyor. Son gönderdiğim sayfaları okumuş:</p><p>“Senin romandaki Kenan Soydaş var ya, acayip sıkıcı bir adam. Uyuz uyuz ortalıkta dolaşıyor. Bir adam bu kadar pasif olur mu?”</p><p>Sevinçten havalara uçuyorum. Hararetle oturup yazıyorum, yazıyorum.</p><p>Romanım üç yüz sayfayı geçmiş. Artık toparlayayım derken başka bir hapishaneye sevkim çıkarılıyor. Epeydir gitmeyi istediğim bir hapishane orası. Koşullar iyi, arkadaşlar kalabalık. Bulunduğum hapishaneye girmeyen bir sürü ihtiyaç maddesi oraya alınıyor. En çok sevindiğim ise, orada elektronik daktilo olması. Onunla yazmam, düzeltmem daha kolay olacak. Evdan bir kırlent örtü getirtip benim emektar mekanik daktilonun üzerine atacağım.</p><p>Sevk hazırlıklarına başlıyorum. Küçük bir valize kıyafetlerim sığmış. Tam beş büyük koliye kitapları, defterleri, daktiloyu, arşivimi koymuşum. Sevk arabasına binerken yapılan aramada asker şaşırıyor bu kadar kitaba. Komutanı söyleniyor: “Siyasi!”</p><p>Yeni hapishanedeki ilk günüm abone olduğum dergilere adresimin değiştiğini belirten mektuplar yazmakla geçiyor. Artık yerleşeyim diyorum ama fırsat olmuyor, F Tipi cezaevi operasyonları başlıyor. Bir gecede her şey kül oluyor. Hapishanelerde deprem günleri başlıyor.</p><p><b>F Tipi Yasaklar</b></p><p>F Tipi hapishanedeyim. Burada insani olan her şey yasak. Yaşamak bile. Kalem, kağıt, kitap… hiçbir şey yok. F tipinde bir yılı doldurduğumda bazı şeyler yerine oturuyor. Kağıdımız, kalemimiz oluyor. Kişi başına üç tane kitap veriyorlar, sırf kitap yasağı gibi bir vahşetin uygulandığı söylenmesin diye. Romana devam edecek, hatta düşünecek durumum yok. Sürekli saldırıya uğruyorum. Boş boş geçiyor günlerim. Okuyorum ama yazamamaktan huzursuzlanıyorum. Sık sık hücrem değiştiriliyor. Dolayısıyla birlikte kaldığım arkadaşlarım değişiyor. Günlük yaşamım oturmuyor, çalışma programı yapamıyorum. Hücrenin baskısı, idarenin baskısı, kendimden kaynaklı sorunlar ruhumda fırtınalar estiriyor. Aramalar en büyük sorunlardan birisi. Ayda iki kez yapılıyor ve el yazılı ne bulurlarsa alıp gidiyorlar. Geri de vermiyorlar. Ailemden gelen mektuplar, hatta ertesi gün postaya vermek üzere hazırladığım mektuplarımı bile alıp gidiyorlar. </p><p>Roman neyse de öykü yazabileceğimi düşünüyorum. Yazılması kısa sürüyor. Aramadan hemen sonra başlasam bir sonraki aramaya kadar bitirebilirim. Boyutları küçük. Yazabileceğim en küçük yazıyla bir sayfaya arkalı önlü sığdırabilirim. Arama yapılmadan mektupla gönderebilirim. Gönderemezsem, katlayıp üçültüp bir yere sıkıştırabilirim.</p><p>Müthiş bir buluş yapmışım gibi sevindiriyor bu beni. Hele F Tipinde ilk öykümü yazınca daha da iyi hissediyorum kendimi. Mesaili memurlar gibi çalışıyorum. Hedefim de genişliyor; Ayda iki öykü.</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEixhv0bt_33WatHXp7DKjVbIpwU2Q2_FJsJrH259WzQgsr2zyWB8gTO2cl7yS_yflB7FakGTsZ6SIEU5j34of9843fKbtLwskeQENJdZooclq_BursrfKfAs6W9FStONb5EMhE7kUk_p89SXTm33QBAIEF_zl7xcu_kCwrvp2LlBexFDAekIdMrGfio=s650" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="360" data-original-width="650" height="177" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEixhv0bt_33WatHXp7DKjVbIpwU2Q2_FJsJrH259WzQgsr2zyWB8gTO2cl7yS_yflB7FakGTsZ6SIEU5j34of9843fKbtLwskeQENJdZooclq_BursrfKfAs6W9FStONb5EMhE7kUk_p89SXTm33QBAIEF_zl7xcu_kCwrvp2LlBexFDAekIdMrGfio=s320" width="320" /></a></div><p>Bazen tüm tedbirlerime rağmen öykümü kaptırıyorum. Böyle durumlara karşı, yazdıklarımın kopyasını çıkarmaya başlıyorum. Önce müsvedde yazıyorum. Sonra yazdıklarımı temize çekiyorum. Temize çektiğimi çoğaltıyorum. Bir kopyayı mektupla gönderiyorum. Mektup bazen bildik nedenlerle yerine ulaşmıyor. Elimdekini yeniden çoğaltıyorum. Eski falan da olsa bir yaprak karbon kağıdının hayalini kuruyorum. En çok da kaleme ihtiyacım oluyor. Ailemin getirdiği kalemleri, yasak diye vermiyorlar. Hapishane kantininden getirtiyorum kalemleri. Antinde yalnız bir çeşit kalem var. Kalemlerin uçları ise iki milimetre kalınlığında falan. Hattatlar bile küçük yazamazlar o kalemlerle. Mürekkepleri genelde akmıyor. O kalemlerle yazı yazmak işkenceden farksız. Kalemler için suç duyurusunda bulunuyorum. Arkadaşlar gülüyorlar, onca sorun varken kalem meselesiyle uğraştığım için. Bir yerlerden şu “bakkal tükenmezi” denilen sarı Adel kalemlerden geçiyor elime. Gözüm gibi koruyorum onu. Öyküde kelime tasarrufu yapmama sanırım Adel’imin katkısı olmuştur.</p><p>Bir zaman sonra antine 0,5 kurşun kalem geldiğini duydum. Kantin günü beş tane yazdım. On paket uç, beş tane de silgi. Bulmuşken stok yapmalıydım. Akşama kadar heyecanla kalemleri bekledim. Vakit çok yavaş geçiyordu. Akşama doğru gürültüyle mazgal açıldı, “Kantin!” Hemen koştum, kalemleri sordum. Gardiyan renk renk 0.5’leri avucuma bıraktı. Çok mutlu oldum. Uçları vermesini bekledim, yok.</p><p>“Silgiler?”</p><p>“Onlar da yok.”</p><p>“Niye?”</p><p>“Yasak!”</p><p>Herhalde yarım kalan öykümün başına oturup neşeyle devam edecek değildim. Yine de oturdum öykünün başına. Yemişim psikolojik çözümlemesini, dramını, kurgusunu, kelime tasarrufunu. Benim muzip öykü kişisi bir anda seri cinayetler işlemeye başladı. Ortalık kan gölüne döndü.</p><p>Birkaç sat sonra sakinleşiyorum. Hemen sinirlendiğim için kendime kızıyorum. Hasan İzzettin Dinamo’yu düşünüyorum. Askerdeyken, onca baskı altında bir defter bir kötü kalemle yazdığı ciltlerce romanlar aklıma geliyor. Kan kırmızı paragrafların üzerini çizip öyküye devam ediyorum. Kafamda müthiş fikirler dolanıyor. Hızlı yazarak düşüncelerimin akışına yetişmek istiyorum…</p><p>“cızır cızır…”</p><p>Kalemin ucu tıkanıyor. Kaldığım cümleyi aklımdan tekrar ederek öbür kalemi alıyorum. O da yazmıyor. Bir ötekini… O yazıyor ama sadece doğrusal harfleri. Yuvarlak harfler için manevra yaparken yazmıyor. Yine de devam ediyorum. Bitince temize çekiyorum. Sonra bir kopya daha çıkarıyorum. Yuvarlak harfleri üzerlerinden tekrar tekrar geçerek belirginleştiriyorum. Okuyorum, “Eh” diyorum. Umutla bir dergiye gönderiyorum. Dergide yayınlandığının hayallerini kuruyorum. Bir yayınlansa…</p><p>Bir yol ayrımında olduğumu düşünüyorum. Yazmaya tamam ya da devam diyeceğim.</p><p>Yayınlanmıyor ama tamam da demiyorum. Öyküler kağıda aktarılmak için sıkıştırıyorlar beni. Çocukluğum aklıma geliyor. Demiyorlar mı, çocukluk öykücünün madenidir? Bu madene giriyorum, galerilerde dolaşıyorum. Peş peşe öyküler çıkıyor kalemimden. Aileme gönderiyorum. Ailemden gelen mektuplarda yazdıklarımdan bahsediliyor:</p><p>“Ben o zaman öyle yapmamıştım, yanlış yazmışsın.”</p><p>“Nereden hatırladın on beş sene önce gittiğimiz piknik yerini?”</p><p>“Aman bu öyküyü teyzene göstermeyelim, valla küser. Aslında babaannene de biraz benziyor. Yarısı babannen, yarısı anneannen gibi.”</p><p>Bir gün hücreme büyük boy bir zarf bırakıyor gardiyan. Zarfın içindekileri görünce bir aydır idarede belediğine bile kızmayacak kadar seviniyorum. Ailem öykülerimi bilgisayarda yazdırıp bana göndermiş.</p><p>Birkaç saat çok mutlu oluyorum. Elimde bilgisayar dizgili kağıtlarla havalandırmaya çıkıyorum. Türkü söylüyorum mırıl mırıl. Sonra kağıtları okuyorum. Dizgi hataları canımı sıkıyor. Bazen benim kelimemin yerine yazılana inanamıyorum. El yazısıyla gönderdiğim için böyle şeyler çok oluyor. Örneğin ben “erim” yazmışım onlar “evim” olarak dizmişler. (El yazımda r’leri v, g’leri p gibi yaparım) Bazı diyaloglarda, konuşan öykü kişisi için veri olsun diye şive kullanmışım. Onlar benim köylüyü İstanbul Türkçesi ile konuşturmuşlar.</p><p>Artık biçim konusuna eğilmeye başlıyorum. Öykü metninde italik yazılması gereken yerler oluyor. Başlığın boyutlarının tasarladığımdan bir milim büyük ya da küçük olmasının bile metni bozduğunu düşünüyorum. Bazen küçük harflerle yazılması gereken yerler büyük harflerle yazılıp geliyor. Noktasız, virgülsüz, hiçbir imla işareti kullanmadan yazdığım öykülerim oluyor. Ertesi hafta benim sevgili kuzenim, “Abim herhalde unutmuş” diyerek uygun gördüğü yerlere imla işaretlerini koyup bilgisayarda dizgisini yapmış, çıktıyı bana göndermiş oluyor. Ne yapacağım diye kara kara düşünüyorum. Oturup kuzenime dizgi hakkında bir mektup yazıyorum:</p><p>“Ben el yazımla ne yazmışsam onu yaz, ne fazla ne eksik.”</p><p>Kendimde de hata yok değil. Kuzenim el yazıma göre eksiksiz, fazlasız dizgiyi yapıp gönderiyor. Okuyorum, bir cümle benden kaynaklı arızalı olmuş ya da bir kelime uymamış öykünün diline. Ya da bir yere nokta değil de noktalı virgül koymalıyım. Ya da yeni bir paragraf eklemeliyim öykünün tam oratsına. Bilgisayar önümde olsa birkaç saniyede halledebileceğim bir düzeltme için defalarca mektup yazmak zorunda kalıyorum. Bazı mektuplarım ulaşmıyor ve her şey karman çorman oluyor. Müthiş çaresiz hissediyorum kendimi. Yeni bir öyküye başlamak Kaf Dağı’nın ardındaki ejderhaları öldürmek üzere uzun ve zorlu bir yolculuğa çıkacağım hissi veriyor. Her zaman cesur olamıyorum. Cesaretim geldiğinde ise korkaklığımdan dolayı feda ettiğim öykülere hayıflanıyorum. İçim dışım huzursuzluk oluyor.</p><p>F Tipi’nde hücreler arasında ilginç bir iletişim yöntemimiz var. Başka hücrelerdeki arkadaşlarımıza ne söyleyeceksek bir kağıda not olarak yazıyoruz. Notu, ıslak gazete kağıtlarından yaptığımız küçük topların üzerine bağlıyoruz. Ondan sonrası koluna kuvvet. Topu gideceği hücrenin havalandırmasına atıyoruz. Alacak hücre uzaktaysa, top, birkaç el değiştirerek adresine ulaşıyor. Adrese ulaştığında boş top, ulaştığı anlaşılsın diye geri gönderiliyor. Topu doğru havalandırmaya düşürmek ustalık istiyor. Bazıları çatıda kalıyor. Ayda bir gardiyanlar gezerler. Bizim takılmış topları alır, okur, hakkımızda istihbarat elde etmiş olurlar. Biz de buna karşı, gerektiğinde şifreli yazarız notları. Toplar bir çeşit postacıdır bizim için.</p><p>F Tipi’ndeki iletişimin zorunlu olarak yazıyla olmasını bir avantaja çeviriyoruz. Küçük notlar gün geçtikçe hem uzuyor hem de özellikli hale geliyor. Konuşma dili kullananlar, mektup dili kullananlar, imla kurallarına göre yazanlar, esprili yazanlar, en sıradan şeyleri bile şifreli yazanlar, sembol, metafor kullananlar… Kimse kimsenin yüzünü görmüyor ama kelimeler birer mimik işlevini görüyor. F Tipi’nde müthiş bir yazı kültürü oluşuyor. Herkes bir şeyler yazıyor. En çok da öykü ve şiir yazılıyor. Öyküler, şiirler değiş tokuş ediliyor. Karşılıklı eleştiriler yapılıyor. Ama ne yazık ki el konulmasın diye her not okunduktan sonra yok edilmek zorunda. Arşivler zihinlerin unutkan sularında kayboluyor.</p><p>İki yıl kadar kaldığım F Tipi hapishaneden on beş öykü ve öykünün yaşamımda artan ağırlığıyla ayrılıyorum.</p><p><b>Daktilo, Kalem, Kitap Peşinde Sevk </b></p><p>Bir başka hapishanedeki arkadaşlardan mektuplar alıyorum. Orada hala daktilo olduğunu sanıyorum. Onca el yazısı uğraşının ardından müthiş bir olanak gibi geliyor bu bana. Daktilo adeta takıntı olmuş bende. El yazısı metnim daktiloya geçince sanki daha iyiymiş gibi görünür gözüme.</p><p>Sevk istiyorum. Kabul edilmiyor. Yeniden istiyorum, yine kabul edilmiyor. En son, ailemin çabalarıyla sevkim çıkıyor. Yeni hapishaneye gitmek için yola çıkacağım. Depoda birikmiş olan kitaplarımı veriyorlar. Yine üç dört koli.</p><p>Yeni hapishanede ilk sorduğum daktilo oldu. On beş gün önceki aramada son daktiloya da el konulmuş. F Tipi’nden hazırlıklıydım böyle aksiliklere. Fazla takmıyorum, hızla okumaya, yazmaya başlıyorum. F Tipi’ndeki okuma programıma devam ediyorum. Tanzimat’tan günümüze kadarki öykü birikimini okuyorum. Okuduğum her kitap hakkında düşüncelerimi defterime yazıyorum.</p><p>Yeni hapishanede ilk öykümü yazıyorum. Artık öykü yazmaya iyice ısındığıma inanıyorum.F Tipi’nde kalem için aylarca uğraştığım gibi burada da daktilo için uğraşacağım. Müdürle görüşüp isteğimi belirtiyorum. Önce yasak, diyor. Sonra yasağı gerekçelendiriyor:</p><p>“Daktilodan çok çekti Bakanlık. Daktiloyla örgüt yazışmaları yapılıyor diye kullandırmıyoruz.”</p><p>En son, hapishanenin daktilografi atölyesinde, haftada bir gün öğleden sonra daktilo kullanma konusunda anlaşıyoruz. O gün kutsal bir gün oluyor benim için.</p><p>İlk haftam daktiloyu tanımakla geçiyor. İkinci hafta ise daktiloyla yazmakta çok yavaşladığımı fark ediyorum. Yalnızca bir öykümü daktilo edebilmişim. O da bir yığın yanlışla. Başımda bir gardiyan duruyor. (Sakıncalı bir şey mi yazıyor?) Gardiyan böyle sessizce izlese iyi. Tam tuşlar eskisi gibi parmaklarımı okşamaya başlıyor, pat, gardiyan elinde benim öykülerden biriyle yanıma yaklaşıyor:</p><p>“Bunlar gerçekten oldu mu?”</p><p>Kısa bir yanıtla geçiştiriyorum. Ardından başa soru. Benim kutsal gün can sıkıntısıyla sonuçlanmış boş bir güne dönüşüyor. Bir müddet sonra da gardiyanla sohbet günü haline geliyor.</p><p>Tekrar müdürle görüşüyorum. “Bakanlık izin vermediği halde sana imkan sağladım, onu da beğenmiyorsun.” diyor. Bakanlığa iki sayfalık dilekçeyle daktilo kullanmam gerektiğini belirtiyorum. Daktilo yasağının hiçbir haklı gerekçesi olamayacağını ayrıntılı olarak ifade ediyorum. Yanıt gelmiyor. Yeniden yazıyorum. Sekiz ay boyunca defalarca dilekçe yazıyorum. Sonunda ya bakanlık ya da hapishane müdürü bıkmış olacak ki “istediğin zaman, istediğin adar kütüphanedeki daktiloyu kullanabilirsin” deniliyor.</p><p>Bundan sonrasında kütüphanedeyim. Kütüphane memurlarından daha sadığım mesaime. Yanlış tanınma pahasına da olsa hiç kimseyle tek kelime onuşmuyorum. Üç ayda öykülerimi, romanlarımı üçer kopya daktilo ediyorum. Öykülerimi dosyaladığımda çok mutlu oluyorum.</p><p><br /></p><p><b>Yayınlatma Çabaları, Dergiler</b></p><p>Mutlu mesailerimden bir gün, adım yazılı büyük zarfı önümde buluyorum. Zarftan, ulusal çapta dağıtılan bir edebiyat dergisi çıkıyor. İçindekiler kısmında adımı görüne sevinçten deliye dönüyorum. Bana aylar önce öyküye ve dolayısıyla yazmaya tamam mı devam mı dedirtecek kadar önemli bir mesele olan ve bu ruh haliyle gönderdiğim öyküm yayınlanmış. Önümün açıldığını düşünüyorum: “Diğerlerini de yayınlatabilirim.”</p><p>On kadar edebiyat dergisini düzenli olarak takip ediyorum. Bunlardan üçünü belirliyorum. Dergileri okudukça, yayınladıkları ürünlere bakışlarını az çok tahmin edebiliyorum. </p><p>Kimileri, ne gönderilse yayınlıyor gibi. “Morale ihtiyacım olduğunda buna gönderebilirim.”</p><p>Kimileri hapistekileri ufaktan kolluyor gibi. “Yazdığım öykünün dışında bir referans vermek yanlış geliyor bana.”</p><p>Kimisi politik bakıyor. “Böyle öykülerim var.”</p><p>Kimisi edebi çizgi koymuş, edebiyat istiyor. “Bunda yayınlatabilirsem kendime güvenebilirim.”</p><p>Kimisi tanınmış ya da tanınmaya yüz tutmuş imzaların öykülerini yayınlıyor. “Buna daha zaman var.”</p><p>Bu düşüncelerime göre üç dört öykümü belirliyorum. Uygun dergilere gönderiyorum. Her birine ayrıca kendimi tanıtan mektuplar yazıyorum. Mektupları yazarken imla klavuzu elimde. Hatalı bir kelimeyle daha baştan hafifsenmek istemiyorum. Mektupların son cümlelerinde tıkanıyorum:</p><p>“Yayınlar mısınız” desem, zaten bunun için göndermediniz mi, demezler mi?</p><p>“Yayınlamanızı rica ediyorum” desem, yalvarmak gibi olacak. İnsan azıcık dik durmalı, değil mi?</p><p>“Umarım yayınlarsınız” desem, çok kendine güvensiz olacak. Sanki öykü kötü de araya hatır gönül sokuyormuş gibi, acındırıcı.</p><p>“Yayınlamanız beni mutlu eder” de aynı. Sırf öykümün yayınlanmasına mı bağlı benim mutluluğum ya da yayınlanmasa bundan sonra yazmayacak mıyım?</p><p>Aradan saatler geçtiğinde bir of çekiyorum, ilk aklıma geleni yazıp gönderiyorum. Kimisine, yayınlanmasıyla ilgili hiçbir şey yazmıyorum. “İyiyse yayınlar, eşek değil ya.”</p><p>Bir ay geçiyor, dergilerin yeni sayıları geliyor. Umutla adımı arıyorum, bulamıyorum. Karmaşık duygular içinde birkaç gün geçiriyorum. “Tamam mı devam mı” sorusu artık saçma geliyor. Aynı dergilere yeni öyküler gönderiyorum.</p><p>Kafamda başka hesaplar da var. Derginin bir yayın kurulu olmalı. Onlarcasının arasında benim öyküme de bakmışlardır. Öyküm ellerine ulaştığında belki de dergi yayına hazırdı. Adı duyulmamış birinin, muhteşem olmayan öyküsü için hazır planı bozacak değiller ya.</p><p>Umut doluyor içim. Bundan sonra derginin çıkacağı tarihi de hesaplayarak gönderiyorum öykümü. Bir de ısrar meselesi var. Ben bir dergi yönetsem hemen bir öyküyle tamam demem hiç kimseye. Yazarda ısrar ararım. Bir akşam, melankoli içinde oturmuş birkaç sayfa yazp yayınla diye göndermişse, yayınlamayı pek de düşünmem. Kişi yazmaya devam etmeyi, bir akşamda yazdığı bir metnin yayınlanmasına koşullamışsa yayınlamam. Varsın o da yazmasın bundan sonra, derim.</p><p>Dergilere öykü göndermeye devam ediyorum.</p><p>İşin ekonomik boyutu da var. On kadar dergiyi takip etmek epeyce bir ekonomik külfet. Bir de her ay üç dört taahhütlü mektupla dergilere öykü göndermek var. Normal tarifeli postayla göndersem ucuz olacak ama ya ulaşmazsa? Öykülerin çoğaltılması yine masraf. Daktiloyla boşuna zaman harcamaktansa fotokopi çektiriyorum. En ucuzundan içiyor olsam da sigaramı kısıyorum. Mahpus adamın çay ve sigaradan başka ne lüksü var? Tüm bunlara rağmen öykülerim, gönderdiğim dergilerde yayınlanmıyor. Sabrediyorum. Kendimi çileye kapanmış dervişler gibi hissediyorum. Dergilerde öncelikle öyküleri okuyorum. Kimilerine dudak büküyorum. Arkadaşlarda umut arıyorum. “Seninki daha iyi” diyorlar. Sonra kendimi kandırdığımı fark edip sönüveriyorum. Öykü yazmamı alttan alta gereksiz bir uğraş olarak gördüğünü hatta benimle kişisel bir meselesi olduğunu düşündüğüm bir arkadaşıma aynı testi uyguluyorum. Arkadaşıma verdiğim mizahi bir öykü. Ranzasında okuyor. Benim ranzam da tam çaprazdan görüyor onu. Öykünün bir kopyası bende, bir kopyası onda. Çaktırmadan ona bakıyorum. Önce ciddiyetten alnı kırışıyor. Henüz girişteki didaktik paragrafta olmalı. Sonra yüzü dümdüz oluyor, ifadesizleşiyor. İlk sayfanın ortalarında yüzü birden gevşeyince anlıyorum ilk espriyi okudu. Sonraki sayfalarda oturuşunu dikleştiriyor. Gülümsüyor, yüzü iyice gevşiyor.</p><p>İstediğimi aldım. Aşağı kata iniyorum. Çay yapıp televizyonda ıvır zıvır bir program izleyecek kadar kaygısızlaşıyorum. Akşam yemeğinde denek arkadaşımın tam karşısına oturuyorum. Ağzını bıçak açmıyor, deli edecek beni. Sonra birden bir mucize eseri konuşuyor:</p><p>“Valla … Dergisinde yayınlanan çoğu öyküden iyi senin bu öykü.”</p><p>Ohooo, akşama dizi bile izlerim.</p><p>Bazen öykü gönderdiğim dergilere ulaşamıyorum. Gazetelere bakan gardiyana dergi ismi veriyorum. Her zamanki gibi, gazete bayisinde yok, diyorlar. Ailemin görüşe gelmesini bekliyorum ya da mektup yazıyorum. Görüş-mektup süresinde derginin yeni sayısı çıkmış oluyor. Onlar da alıp geliyorlar.</p><p>“Ya görmediğim sayıda öyküm yayınlanmışsa?”</p><p>Dergiye yazıyorum. Zarfa para koyup gönderiyorum. Bir saat sonra benim zarf geri geliyor. Mektup içinde para kabul edilmiyormuş. Dergiye başka bir mektup yazıyorum, durumumu anlatıyor, eski sayıyı istiyorum. Para olmadığı için genelde gönderilmiyor. Ben de, “öyküm yayınlanmış olsaydı herhalde sembolik bir telif anlamında dergiyi gönderirlerdi” diyerek kendimi avutuyorum. Ama öyle değilmiş. Yine bir dergiye öykü göndermiştim. Öykü gönderdikten sonra çıkan sayısını kaçırmışım. Eksik sayıya ulaşmak için de pek uğraşmadım. Aradan üç ay geçti. Bir arkadaşımdan öğrendim ki görmediğim sayıda öyküm yayınlanmış. Üç aydır boşuna kıvranıp duruyormuşum.</p><p>Bu olay dergilerin yayın politikaları hakkında düşündürdü beni. Birçok dergi, adı duyulmamış, amatör ya da çok satan olmayan yazarların ürünlerini yayınlarken ürün sahibine “kıyak çektiğini” düşünüyor olmalı.</p><p>Bundan sonra öykü gönderirken mektubun sonunda fazla düşünmüyorum. Yayınlamaları konusunda bir şey yazmak yerine “Bu size gönderdiğim ikinci, üçüncü, beşinci, onuncu mektubum ve öyküm” diye yazıyorum. Bazen hızımı alamıyor, “Bu kadar öykü gönderdim, hiçbirini dikkate değer dahi bulmadınız öyle mi?” yazıyorum. Bir sonraki öyküyü gönderirken yazacağım mektupta önceki sayılarda yayınlanan kimi kötü öyküleri alıp enine boyuna eleştirmek için hazırlanıyorum. Yeni bir sayı geliyor, öyküm yayınlanmış. Köpük kıvamına geliyorum.</p><p>Bazı dergiler şu çağrıyı yapıyorlar:</p><p>“Ürünlerinizi e-mail ya da disketle gönderin.”</p><p>İyice umutsuzlanıyorum. Anadolu dervişleri gibi “bir kalem, bir kağıt” ile yaşayan biz hapistekiler?</p><p><br /></p><p><b>Beyin Değil El İşlesin</b></p><p>Kerim Korcan’ın Tatar Ramazan’ında Gardiyan Zihni şuna benzer bir söz söyler:</p><p>“Esrardan bize zarar gelmez. Mahkum esrarı çekti mi uykuya dalar. O zaman asayiş berkemaldir.”</p><p>Kitap mahpus insanı uyanık tutar. Okuyan, yazan insan hayatı algılamaya, sorgulamaya dvam ediyor demektir. Biz siyasi tutsaklar bu bilinçle yalaşırız okumaya, yazmaya. Hapishane beyinler için sinsi ve acımasızdır. Hele hücreler. Hücrelerde hafızasız toplumun hafızalı bireyleri olarak kalmak daha çok çaba ister. Boncuk örmek, tahtadan süs eşyaları yapmak gibi beden faaliyetleri de yapılır hapishanelerde. Bunlar hapishane idarelerince teşvik edilir.</p><p>“Beyin değil el işlesin.”</p><p>F Tipleriyle birlikte Cumhuriyet tarihinde görülmemiş uygulamalar başladı; Kitap, daktilo, kalem kısıtlamaları. Bu kısıtlamalara rağmen hala okunuyor, yazılıyor. Mecliste yeni bir infaz yasa tasarısı parmakların kaldırılmasını bekliyor. Yeni infaz yasasının en önemli maddelerinden biri zorunlu çalıştırma. Çalışmayan mektupsuz, ziyaretçisiz kalacak. Hatta daha çok kalacak hapiste.</p><p>“Beyin değil el işlesin.”</p><p><br /></p><p><b>Bitirirken</b></p><p>Bugüne kadar ondan fazla öyküm çeşitli edebiyat dergilerinde yayınlandı. Yayına hazır iki öykü dosyam, bitti diyemediğim romanlarım var. Nasıl yazdım, nasıl yayınlandı, anlattım. Yazmanın bunca zor olduğunu bilseydim belki de hiç başlamazdım. Hapisliğimin sonlarında neden yazdığımı düşünüyorum yine. İlk zamanlar belki okumak, yazmaktan başka çarem yoktu. Ya da kendimi kanıtlamak istiyordum. Hatta, dergide adımı gösterip yakınlarıma, daha ölmedim, demek, moral vermek istiyordum. Belki de kendime.</p><p>Her ne olursa olsun hapiste direnmenin tek ve hatta belki de en güzel yolu yazmak. Yazarak ayaktayım diyebilirim. İtaat etmiyorum diye dayak yediğim bir gün, mizah yüklü bir öykü yazarak baktım hayata. Yazmak, hele ki hapiste yazmak umudun adı, var olduğumun çığlığı.</p><p>Şimdi hapisliğimin sonlarındayım. Aklımdaki soru, “çıktığımda yine yazabilecek miyim?” Yazmanın sıkıntılarıyla hapishanenin sıkıntılarının üst üste bindiği zamanlarım oldu. “Tamam mı devam mı” yol ayrımına geldim defalarca. “Devam!” dedim hep. Yazıp bitirdiğim her öykü, her yazı sonrası bazen kendimi sevdim, kanatlanıp havalandırmadan göğe yükseldiğimi hissettim. Bazen de aptalca buldum yazdığımı.</p><p>Sözün kısası, kendi kendime yazdım şimdiye kadar. Zaten içe kapanık biriyim. Dolayısıyla eskiden beri yazmaya meyilliyim. Yazmak bir yalnızlıksa, çocukluğumdan hapisliğime kadar hep oldu böyle bir yalnızlığım.</p><p>İçerdeyim ama öykü kişilerimin çoğu dışarda dolaşıyorlar. Dışarı çıktığımda belki onlar girecekler içeriye.</p><p>Umarım girmezler. Hep birlikte dışarda oluruz. O süt beyaz mavilikte.</p><p><b><br /></b></p><p><b>Özgür Soylu</b></p><p><b>Eylül 2004</b></p><p><b>Çifteler Hapishanesi</b></p><p><b>*Bu yazı yazar tarafından kolektife destek amaçlı gönderilmiştir. Yazının daha önce yer aldığı yayınlar: İmge Öyküler Dergisi, Hapiste Yazmak adlı ortak kitap çalışması. </b></p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-41495573662186188112022-02-10T03:48:00.005-08:002022-02-10T04:17:55.828-08:00Suç ve Edebiyat: Bir “temizlik” girişimine karşı (Oğulcan Yiğit Özdemir)<p><b>*Barbarları Beklerken Sanat Kolektifi olarak 19 Aralık Katliamı'nın faili Hikmet Sami Türk'ün Varlık Dergisi'nin son sayısında yer alması üzerine yazdığımız bildirinin açtığı yoldan Oğulcan Yiğit Özdemir konuyu ve tartışmayı derinleştirek bu yazıyı kaleme aldı. Failler yargılanmadığı ve eleştirilmediği sürece "edebiyatçıların" işlediği suç devam edecektir. </b> </p><p><br /></p><p><br /></p><p><b>Suç ve Edebiyat: Bir “temizlik” girişimine karşı</b></p><p>Başlıktaki ilişki her söz konusu olduğunda, akla öncelikle suçu konu edinen edebiyat gelir. Ancak bunun yanı sıra, suçlu edebiyatçılar olduğu kadar, edebiyatın işlediği “suç”lardan da söz etmek gerek. Dolayısıyla meselemiz akılcı yürütmelerin basit tatminini okura sunan kimi sıradan polisiye eserlerden çok, edebiyatın “hijyenikleştirilmesinin” de aracı olan, klinik ve kriminal yapıları incelemek. </p><p>Konunun açıldığı yer, 19 Aralık katliamı sırasında Adalet Bakanlığı görevinde bulunan Hikmet Sami Türk’ün Türkçe edebiyatın kanonlarıyla ilgili Varlık dergisinde kalem oynatma arzusuna kapılması. Behçet Necatigil’den, yaşamdayken verdiği konferanslardan bahsediyor. Öyle ki, sanki mahpusluğun ve düşünmenin bunca iç içe geçtiği, onlarca yazar, sanatçı ve siyasinin ifadelerinden ve politikalarından ötürü suçlu olarak hüküm giydiği günlerde, sanki hiçbir şey olmamış gibi, Çetin Altan’ın deyimiyle “havadan sudan” söz açar gibi edebiyattan söz alıyor.</p><p><b>Suçu konu edinen edebiyat</b></p><p>O halde bize de suç ve edebiyatın nasıl iç içe olduğunu, has edebiyatın bunları birbirine katık ettiğini, ihlal içerdiğini gösterme vazifesi düşüyor. Bu ihlal ki, yasaları yüze çarpacak güçte olsa gerek.</p><p>Bu başlıkta ilk aklıma gelen, elbette Dostoyevski. Çara karşı işlediği suçlardan gönderildiği Sibirya sürgünü sonrasında Stepançikovo Köyü’nü yazar ki en başarısız romanlarından addedilse de kumar borçlarını ödemesi gerekmektedir. Dostoyevski Çarlık politikası ve dinini eleştirmediğini, yalnızca “insan kibri ve karakteri”nden bahsettiğini savunsa da, gönderildiği sürgünün izleri edebi muhasebesinde derin bir yer tutacaktır.</p><p>Kanonik eseri Suç ve Ceza’da, yasaların her şeyden önce kamu vicdanında haklı çıkarıldığını, bunun da tek tek bireylerin işlediği ve göz ardı ettiği suçlar ve inayetler toplamı olduğundan dem vuracak, suçun şahsiliği ilkesine ve merhamet duygusuna göz kırpacaktır. Üç kuruş için işlediği bir cinayet, sonunda bir öğrenciyi hayatla derin bir muhasebeye götürecek, bütün tiranların ve fatihlerin bastırdığı sesi işitecektir.</p><p><b>Suçluların edebiyatı</b></p><p>Akla Jean Genet’nin gelmemesi mümkün değil. Homoseksüelliğin suç, suç olmadığında ise büyük bir ahlaki düşkünlük ve ceza gerektiren bir eylem addedildiği kıta Avrupası’nın geçmiş yıllarında, lağımlarla iç içe bir yetimlik ve hırsızlık hayatını sürdüren bu genç adam, hapisteyken yazdığı romanı Jean Paul-Sartre’a gönderir. “Hırsızın Günlüğü”, suçluların bedenleri ve yaşantılarını övmenin yanı sıra, Rimbaud’nun çağrısında bulunduğu “gerçek yaşam”a bizden çok daha yakınsadıklarını da gösterir.</p><p>O halde suçlunun da bir hayatı olduğu, onun da bir yaşantılar zengini olabileceği, toplumun dışına itilmesinin sebeplerini aramak yerine, bu yaşantıların değerinin çoğu sıradan ve ahlaklı yaşama ağır basabileceğini bize gösterdiği ve “toplum” denilen mahpusluğun altını oyduğu için ona bir kez daha teşekkür etmeliyiz. O toplum ki sessiz, suskun ve yüreksiz.</p><p>Hikmet Sami Türk’ün neden Varlık nezdinde ödüllendirildiği şimdi daha net anlaşılıyor. Çünkü toplum adına, toplum için söz alıyorlar.</p><p><b>Edebiyatın işlediği suçlar</b></p><p>Eh, bu noktada çok da uzağa gitmeye gerek yok. Bu suçu işleyen görkemli bir anıt, her ne kadar naaşı ülkemize gelmemiş de olsa, bizim topraklarımızda büyümüş en gölgeli, en bir serin çınar: Nâzım Hikmet. Ona kalırsa Kuvay-i Milliye Destanı'nı yazmak, düzenin ekmeğini yemek için bir kapı açmak değil, kadük milli duyguları övmek ve ülkesinin sömürgecilere karşı verdiği mücadeleyi yüceltmek içindi. Elbette, bu yetmedi. Hapse tıkıldı ve ömrünün baharından 13 yıllık takvim yaprağı koparıldı.</p><p>Mahpusluktan gücenmedi, en büyük eserlerini, Yaşar Kemal’in yüzüne söyleyiverdiği gibi “hapiste Nazım oldun” dedirtecek denli yüksek perdeden, demir parmaklıkların arkasından söyledi. Bir siyasi mahkûm olarak.</p><p>İdamı istendi, vatan haini ilan edildi, ülkeden sürgün yedi, kaçmak zorunda kaldı. Hepsinin arkasında, bugün Aysel Tuğluk’tan başlayarak pek çok siyasi mahkûmu demiri toz ederler misali hücrelere tıkan o kuvve vardı, hala da var.</p><p>Hikmet Sami Türk de onlardan biriydi ve Varlık’ta konuk yazar olması, rindmeşrep yazılara soyunması bu hakikati değiştirmeyecek.</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhAlmwmD87zFuuM5aWFN-5x0rbiezNiDuhtUQtJNHPf_IG7JsPvr4wL0evBOnKJbFujiy_4UWvWOWCymzxKqThXixcUCZGKTxh2BHbLH9YS2V7JHX4iX_KE5tLu9s8ggxSme1DV1wwgRT6HVvUNc_oCgAyeS6MHe780AhD911q8a2aG0OxMKEhKmR8F=s1080" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="632" data-original-width="1080" height="187" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhAlmwmD87zFuuM5aWFN-5x0rbiezNiDuhtUQtJNHPf_IG7JsPvr4wL0evBOnKJbFujiy_4UWvWOWCymzxKqThXixcUCZGKTxh2BHbLH9YS2V7JHX4iX_KE5tLu9s8ggxSme1DV1wwgRT6HVvUNc_oCgAyeS6MHe780AhD911q8a2aG0OxMKEhKmR8F=s320" width="320" /></a></div><br /><div><br /></div>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-35899782610762873322022-02-10T03:37:00.001-08:002022-02-10T03:37:26.508-08:00Bir "Varlık" Hikâyesi <p>Dört gün önce bazı köklü dergilerin batma sinyallerini çalmaya başladığını söylemiştik ve bu çöküş durumunun sadece ekonomik temelli olmadığını aslında bu "köklü" dergilerin varolan kanonu devam ettirdiğini, okurla bir bağ kuramadığını, standart dosya konularıyla günü kurtardıklarını fakat bugün edebiyatın kendisine yenildiklerini söylemiştik. Ancak şu an daha ciddi bir durum var ortada. Varlık Dergisi son sayısında 19 Aralık Katliamı'nın faili eski adalet bakanı Hikmet Sami Türk'ün bir edebiyat anısını yayımladı. Kuruluşundan itibaren kurucu ideolojiyle hiçbir sorun yaşamamasından kaynaklı Varlık Dergisi açısından bu olay bir "Varlık" hikâyesidir. Ama bizim açımızdan bu tamamıyla politik ve poetik bir iflastır. Çünkü 19 Aralık Katliamı devletin bizzat kendi eliyle işlediği apaçık bir cinayettir. Varlık Dergisi'nin arşivlerini incelediğimizde Hikmet Sami Türk'ün bir değil birkaç kere dergiye konuk olduğunu görüyoruz. Örneğin Behçet Necatigil'in doğumunun 100. Yılı dolayısıyla yapılan özel dosyada Türk, Necatigil'in öğrencisi vasfıyla ağırlanıyor. Bu sayının tanıtımı Doğan Hızlan tarafından Hürriyet Gazetesi'nde yapılıyor. O yazıda yine Hikmet Sami Türk özenle anılıyor. Bizim payımıza da pazılı tamamlamak düşüyor. Varlık Dergisi kendi varlığının kime hizmet ettiğini bir kere daha kanıtlamış oldu. Şimdi onu hep kollayan sanat sistemi ve edebiyat ortamı kendi varlığını sorgulamaya başlayabilir. </p><p>Barbarları Beklerken Sanat Kolektifi</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgSoZSSSEfRTef-X-QSYO7TWPKmBbIHsvvPbiOjWarn8qmbe-2wnNguT5yFtuVxV-W3rNFAX_O_mYPhUsBDGsZ0Lp-dE5L4BtPc1eP7fFTUZ8OrS3CX_TfWx2pSvqs_GvrEbLEiL85fmXVaVmVpfraVgKBpmmNfV-n2IJNwhq7UkZF8iLs7-UFVkePN=s1080" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="632" data-original-width="1080" height="187" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgSoZSSSEfRTef-X-QSYO7TWPKmBbIHsvvPbiOjWarn8qmbe-2wnNguT5yFtuVxV-W3rNFAX_O_mYPhUsBDGsZ0Lp-dE5L4BtPc1eP7fFTUZ8OrS3CX_TfWx2pSvqs_GvrEbLEiL85fmXVaVmVpfraVgKBpmmNfV-n2IJNwhq7UkZF8iLs7-UFVkePN=s320" width="320" /></a></div><br /><p><br /></p><p>#barbarlarıbeklerkensanatkolektifi #sanat #edebiyat #şiir #eleştiri #dergiler #varlıkdergisi #barbarlarıbeklerkensanatkolektifi</p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-33732135420153519452022-02-04T10:59:00.004-08:002022-02-04T10:59:42.563-08:00Herkesle Herkesci Olanlara Selam: Sıra Size de Gelecek! <p>Bazı köklü dergiler ardı ardına batma sinyallerini çalmaya başladı. Ülkedeki çöküş haliyle tüm vücuda sirayet ediyor. Biz bu durumu şaşkınlıkla karşılamıyoruz. Çünkü bu arkadaşlara Bazarov ahlakından bahsedeceğiz. Sanat sistemi bağırıyor, çağırıyor, batıyoruz diyor, artık eskisi gibi değiliz, kimse bizi okumuyor, 500 şiir geliyor 500 adet dergi satamıyoruz diye yakınıyorlar. Soralım: kanonu ayakta tutmak için her yıl aynı dosyaları güncelleyip işleyen siz değil miydiniz? Editörleriniz kendilerini peygamber ilan edip ulaşılmazlık tahtında oturmuyor muydu? Metnine güvenip size ulaşmaya çalışanları elinizin tersiyle itmediniz mi? Yayımladığınız kitapları aynı hafta beş farklı kitap ekinde tanıtacak hazır reklam alanlarınız yok muydu sizin? Genç insanlar sizden aylarca metinleri için dönüş beklediler. Ne yaptınız? Şiir dendi mi bu ülkede hâlâ Varlık Dergisi akla geliyor. Öyle bir algı yarattılar ki orada şiir yazmayan şairden sayılmıyor. Varlık Dergisi şiir kanonunun birleşme noktasıdır. Aynı şekilde Notos Dergisi de öykü kanonunun merkez istasyonudur. Yeniden korkanlar çürümeyi göze alacak. Kanonun sırtına yapışan çakallar da ağlamayı bırakacak. Ortalama siyasi referanslarla günü kurtarmayı başaranlar bugüne yeniliyor. İnsanlar açlıkla sınanırken "iyi edebiyat dergisi" çıkarmaya çalışanlar bugün edebiyata yeniliyor. Şu kadar okunduk, bu kadar kişi bizi seviyor diyenlerin ömrü üç gün sürdü. Devletin kapısında "sanatçı desteği" almaya kalkanlar patronları tarafından kovuldu. Şirket şairleri, belediye sevicileri bugün şiire yeniliyor. Kutsal ittifak dağılıyor. Herkesle herkesci olanlara selam! Sıra size de gelecek! </p><p><b>Barbarları Beklerken Sanat Kolektifi </b></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjWXfuFZZTOvkWYsOrkPZ9_Pjc74GFjwvPjx_1VbKrEVrq3GoUpSBN4DPszGJy7hMMRhwMonyll0LIPYiRUSZ81GAZlMFe9bx1qezr7ttouxSJWKQLgNYGyLvARtEEGK59Cn1M0MWoV2q8TtVIvD3JdUtVKl_U313P8fgrCexyG6TkPIoQVUrxSNl8f=s1130" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1072" data-original-width="1130" height="304" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjWXfuFZZTOvkWYsOrkPZ9_Pjc74GFjwvPjx_1VbKrEVrq3GoUpSBN4DPszGJy7hMMRhwMonyll0LIPYiRUSZ81GAZlMFe9bx1qezr7ttouxSJWKQLgNYGyLvARtEEGK59Cn1M0MWoV2q8TtVIvD3JdUtVKl_U313P8fgrCexyG6TkPIoQVUrxSNl8f=s320" width="320" /></a></div><br /><p>#barbarlarıbeklerkensanatkolektifi #fanzin #edebiyat #dergiler #sanat</p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-56814208950943620962022-02-01T10:03:00.001-08:002022-02-01T10:03:17.078-08:00Sercan Apaydın ile Söyleşi: Hacimsiz Kütleler, Delikler, Boşluklar (Hüseyin Gökçe) <p>Barbarları Beklerken'in 11. sayısında Hüseyin Gökçe, Sanatçı Sercan Apaydın ile Hacimsiz Kütleler, Delikler ve Boşluklar üzerine söyleşti.</p><p>“Derin Boşluk”, “Sahibinden”, “Internal Desing” ve “Han” adlı solo sergilerinin yanı sıra birçok karma sergide yer alan sanatçı Sercan Apaydın; manzara, mimari, mekan ve kent üzerinden işler üretir. Biraz zihnimizi birkaç yüzyıl öncesine götürürsek Romantizmin insanda duygulanımlara yol açan “manzara” anlayışının üzerinden çok sular aktığı görülür bu resimlerde. O manzaranın içinde beliren coşku, lirizm, heves ve heyecan yerini karamsar bir ruh haline bırakmıştır. Günümüzde o manzara duygunun sonuçlarını yaşadığımız söylenebilir. Onun bilincinde olarak kapitalizmin tarihsel sürecine, mimari ve mekandaki yansımalarına tanık eder sanatçı. Bu durumu tüm çıplaklığıyla bakışımıza ve ruhumuza yansıtır. Bir belleğe, hatıraya, anıya ve hisse yer bırakmayan bir kent kalmıştır elimizde. Kendi deyimiyle hacimsiz kütleler, delikler ve boşluklardır bize kalan. Fakat özellikle çivit maviyle kurduğu ilişki bütün bu karamsarlığı dağıtacak bir niteliğe sahip."</p><p>Söyleşinin tamamını okumak için link: <a href="https://yeniolaniyap.blogspot.com/2022/01/barbarlar-beklerken-say-11.html?m=1">https://yeniolaniyap.blogspot.com/2022/01/barbarlar-beklerken-say-11.html?m=1</a></p><p><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgoyo1rv3qNdcfC2rmSRV_Rb0GkzyBwdw6LbKyZXPmu9F5VbbNUNGSwOSjot0b8i1F0b6zatoAGMoPULQr6IPZ35tk6-RuejtoUH_qPAwiYGAVJYDmoE2YTEcLc8u50gK6sFTxY1lAm2keYrr9GluRW_ExDpqvlKhzwznu27ekPsLXNCemRI9wUnzWX=s6291" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="6291" data-original-width="4887" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgoyo1rv3qNdcfC2rmSRV_Rb0GkzyBwdw6LbKyZXPmu9F5VbbNUNGSwOSjot0b8i1F0b6zatoAGMoPULQr6IPZ35tk6-RuejtoUH_qPAwiYGAVJYDmoE2YTEcLc8u50gK6sFTxY1lAm2keYrr9GluRW_ExDpqvlKhzwznu27ekPsLXNCemRI9wUnzWX=s320" width="249" /></a></div><br /><p>#sanat #sercanapaydın #hüseyingökçe #söyleşi #art #barbarlarıbeklerken</p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-57771290738764822062022-01-31T09:36:00.008-08:002022-01-31T09:44:48.191-08:00Lezzetli Felaketler: Erman Akçay (Dolunay Aker, Cemal Akyüz) <p>Dolunay Aker ve Cemal Akyüz, Barbarları Beklerken'in 11. sayısında grafik sanatçısı Erman Akçay'ın çalışmaları üzerine yazdı:</p><p>"Onun dünyasında nefessiz kalmak mübah. Çünkü dünyayla cebelleşirken, dünyaya sataşırken aynı nefesi bırakamayız. Akçay’ın çizimlerinde bir korku geleneği hakim. Çağın sesini bu korkudan alıyor. Korku yerleşik bir sonuç olarak değil Munch’un çığlığını güncelleyerek bugüne geliyor. "</p><p>Dolunay Aker </p><p>"Erman was born twenty four years ago. It was 80s and Mae West was dead. 20th century art history adore to classify all the modernists as post war babies driven by optimism (their parents at least) and had an illusion of progress. Which war? I don’t know, there were so many.</p><p>Artists who were born in 80’s clearly belong to 21st century. Allen Ginsberg already said it : America after all it is you and I who are perfect not the next world! Be in love with your life and let’s welcome them as creative and self-conscious artists of Generation Y."</p><p>Cemal Akyüz</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiOcDQzoLk18X-vmA8jLhOjIQaINEdH9_aCUIw22cnWOmk2Kz1WNjvf3_LtazX9-5C9PhH8VVQwE0ZuyHYjPhg6mab7lDrxifDm0TzUrxPbXU5p9eFpwnn3r74nomvb5KqwinnDZv-6nfhKB7gH6z3vl8M1UivKUDr1sq15iVB7TeYrH71TyDv35qE2=s3079" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3079" data-original-width="2463" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiOcDQzoLk18X-vmA8jLhOjIQaINEdH9_aCUIw22cnWOmk2Kz1WNjvf3_LtazX9-5C9PhH8VVQwE0ZuyHYjPhg6mab7lDrxifDm0TzUrxPbXU5p9eFpwnn3r74nomvb5KqwinnDZv-6nfhKB7gH6z3vl8M1UivKUDr1sq15iVB7TeYrH71TyDv35qE2=s320" width="256" /></a></div><br /><p><br /></p><p>Okuma linki: <a href="https://yeniolaniyap.blogspot.com/2022/01/barbarlar-beklerken-say-11.html?m=1">https://yeniolaniyap.blogspot.com/2022/01/barbarlar-beklerken-say-11.html?m=1</a></p><p><br /></p><p>#ermanakçay #grafik #çizim #art #barbarlarıbeklerken #dolunayaker #cemalakyüz</p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-5140355636136672372022-01-31T08:23:00.001-08:002022-01-31T08:23:12.559-08:00Rıza Üretme ve Meşruiyet Yaratma Aracı Olarak Psikolojinin İdeolojik Dili (Psikolog Doğan Korkmaz) <p>Psikolog Doğan Korkmaz, Barbarları Beklerken 11. sayısında Psikolojinin İdeolojik Dili üzerine yazdı:</p>
<p dir="ltr">Metinden bir bölüm: </p>
<p dir="ltr">Psikolojinin, felsefeden kopmaya ve kendini bağımsız bir disiplin olarak tanıtmaya
<br />
başladığı dönemlerin kapitalizmin ileri seviyesi olan emperyalist bir döneme denk geldiği
<br />
görülmektedir. 20.yy da ise Avrupada kapitalizmin faşizme evrildiği dönemde, felsefenin
<br />
tuttuğu ideolojik yeri toplum bilimi olarak psikoloji alır.1 Kapitalist sistemde; üretim
<br />
ilişkilerinin devamını sağlamaya yönelik uygulamalar, askeri ve idari problemleri çözme-
<br />
fabrikalarda iş verimliliğini arttırma gibi konular psikolojinin ilgi alanlarını oluşturur.
<br />
Psikoloji pratik uygulamalarla kapitalist üretim ilişkilerini devam ettirmenin yanında teorik
<br />
düzeyde de burjuva ideolojisine hizmet eder. Psikolojinin ırkçılık, kadına yönelik ayrımcılık,
<br />
homofobi ve mevcut iktidar ilişkilerini korumaya yönelik ideolojleri nasıl beslediğini
<br />
örneklerle açıklamak, durumun daha anlaşılır olmasını sağlayacaktır."</p><p dir="ltr">Metnin devamını okumak için: <a href="https://yeniolaniyap.blogspot.com/2022/01/barbarlar-beklerken-say-11.html?m=1">https://yeniolaniyap.blogspot.com/2022/01/barbarlar-beklerken-say-11.html?m=1</a></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEh6KvXo7NsW3U7NQZ-B_QLXhA9ncGp7GZ4WD-1D4H4L5S53xK--xAyCXchqny8tSByyY84MCOPBhELj8YXhPRwcaF2-8_4s2tanjsadWB06NqJPXCEgIzMRkC8VVdooQlDeYHaP8YtNoWo6LHiimmZk7msMvNnCg4Z5DMuM4TewIMGgYrtMdQyRQ2OZ=s1080" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="657" data-original-width="1080" height="195" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEh6KvXo7NsW3U7NQZ-B_QLXhA9ncGp7GZ4WD-1D4H4L5S53xK--xAyCXchqny8tSByyY84MCOPBhELj8YXhPRwcaF2-8_4s2tanjsadWB06NqJPXCEgIzMRkC8VVdooQlDeYHaP8YtNoWo6LHiimmZk7msMvNnCg4Z5DMuM4TewIMGgYrtMdQyRQ2OZ=s320" width="320" /></a></div><br /><p dir="ltr">#psikoloji #barbarlarıbeklerken #doğankorkmaz</p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-48992106211502742502022-01-31T07:53:00.003-08:002022-01-31T08:24:34.726-08:00İş Kazası Nasıl İşçi Cinayetine Dönüşür? (Avukat Hüseyin Korkmaz) <div>*Yaşanmakta olan bu egemen ekonomik </div><div>sistemde bütün zenginlikleri ve kâr'ı işçiler üretir patronlar işçilerin bu alınteriyle üretmiş</div><div>oldukları artı değere ve kâr'a el koyarlar.Bu üretim ilişkisinin pratikdeki sonucu ise; işçinin emek </div><div>gücünün değerinin de altında bir ücrete çalışmaya zorlanmasıdır. İşveren bilmektedir ki işçiyi ne </div><div>kadar çok çalıştırırsa ne kadar yoğun emeğini sömürürse bu üretim sonucunda o kadar çok kâr </div><div>elde edecek ve daha çok para kazanacaktır. Bu ilişkinin bu şekilde sürdürülmesi işçinin psikolojik </div><div>ve biyolojik olarak kötürümleşmesine sebep olur. Kapitalistin kâr hırsı işçi sağlığı ve güvenliği </div><div>için alınması gereken bütün önlemleri birer maliyet unsuru olarak görmesine neden olur"</div><div><br /></div><div>Avukat Hüseyin Korkmaz</div><div><br /></div><div>*Barbarları Beklerken olarak yayınladığımız bu metin Soma maden faciasından sonra </div><div>yapılan yargılamada Avukat Hüseyin Korkmaz tarafından mahkemeye beyan olarak sunulmuştur. İşçi cinayetleri güncelliğini </div><div>koruyor. İşçi cinayetleri güncelliğini koruduğu sürece bu metin de güncelliğini </div><div>yitirmeyecektir. </div><div><br /></div><div>Metnin devamı için: <a href="https://yeniolaniyap.blogspot.com/2022/01/barbarlar-beklerken-say-11.html?m=1">https://yeniolaniyap.blogspot.com/2022/01/barbarlar-beklerken-say-11.html?m=1</a></div><div><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiwZxH5IKQe0fbZbMVP6r0PdCI9viLvWhmRJIVE1Xdf0ErfvKLPcXo-h18RVCSLrzRd_38Q2IsNX4VRTUn3t121F_pcr5BJvTBBfhuIBCR0zPMMyNYLJJQI3guOl87_Y2Bgt7-kqKq3iTdDXo_cyHZjKr15pL0q_mln0j7_IpW2_D3Jg1L5nJiRLxvq=s749" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="499" data-original-width="749" height="213" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiwZxH5IKQe0fbZbMVP6r0PdCI9viLvWhmRJIVE1Xdf0ErfvKLPcXo-h18RVCSLrzRd_38Q2IsNX4VRTUn3t121F_pcr5BJvTBBfhuIBCR0zPMMyNYLJJQI3guOl87_Y2Bgt7-kqKq3iTdDXo_cyHZjKr15pL0q_mln0j7_IpW2_D3Jg1L5nJiRLxvq=s320" width="320" /></a></div><br /><div><br /></div><div>#somakatliamı #soma #madenişçileri #barbarlarıbeklerken</div><div>#hüseyinkorkmaz #fanzin</div>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-36166037684393999242022-01-30T06:23:00.002-08:002022-01-30T06:23:50.007-08:00Zeynep Sönmez Barbarları Beklerken'in 11. sayısında! <p>Barbarları Beklerken’in 11. sayısında <b>Zeynep Sönmez</b> öyküsüyle yer aldı. </p><p><b>Öyküden bir bölüm: </b></p><p>"Bir aslan kovalıyordu bizi. Artık bacaklarımızı hissetmiyorduk, sanki ayaklarımız yere değmiyordu. Uçmak bu olmalıydı. </p><p>Hamit,</p><p>–Nehre atlayalım! diye bağırdı. </p><p>Kendimizi deli sularda bulduk. Sürüklenmiş olsak da atladığımız yere doğru baktım, aslan nehrin kenarında yoktu. Arkadaşlar ağacımızın etrafında toplanmışlardı. Gördüler bizi, yardım ettiler, çıktık. </p><p>Onlara aslandan bahsettik ama neden o kadar güldüler, bugün bile anlamış değilim. </p><p>*</p><p>Şimdi Hamit’in ışıl ışıl gözlerine bakıyorum. O günkü gibi, heyecan dolu. İnsan büyüse de yaşlansa da bakışları hiç değişmiyor. </p><p>–Söylesene oğlum, ne zaman çıktın? diye soruyor.</p><p>–Bir hafta oldu. </p><p>–Neden hemen aramıyorsun?</p><p>–İnan istedim ama kendime geleyim, beni o yorgun halimle görme de istedim. </p><p>–Elmas Ana nasıl?</p><p>–İyi. Sana selam söyledi. Hamit oğlum beni hiç yalnız bırakmadı diyor.</p><p>–Elimden geldiğince. </p><p>–Sen olmasan nasıl yatardım onca yıl? Sayende gözüm arkada kalmadı. </p><p>–Tamam hadi, abartma yeter. Yaşandı bitti. Bundan sonra ne yapacaksın, onu söyle."</p><p><b>Devamı</b>: <a href="https://yeniolaniyap.blogspot.com/2022/01/barbarlar-beklerken-say-11.html?m=1">https://yeniolaniyap.blogspot.com/2022/01/barbarlar-beklerken-say-11.html?m=1</a></p><div>İletişim: barbarlaribeklerken@gmail.com</div><div><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjMglsh6aYcqXHdXMDzMTEG71Voet5Q1t5wretZhLFqSNankPkvApVSO-NjTniw9LZ3KRHVrrfgdPFOMYzX-CAOg6bmlteDGs7Zb4YA_rZkn51HZNIqnpcA6Jkv903w92W1IDa7T011ZIEtR3V3q-hg1Wx7CKRQOyEHiNaoEpL1dM7MI9HytLFx0t7R=s1080" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="720" data-original-width="1080" height="213" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjMglsh6aYcqXHdXMDzMTEG71Voet5Q1t5wretZhLFqSNankPkvApVSO-NjTniw9LZ3KRHVrrfgdPFOMYzX-CAOg6bmlteDGs7Zb4YA_rZkn51HZNIqnpcA6Jkv903w92W1IDa7T011ZIEtR3V3q-hg1Wx7CKRQOyEHiNaoEpL1dM7MI9HytLFx0t7R=s320" width="320" /></a></div><br /><div><br /></div><div><br /></div><div><br /></div>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-50395744438679875672022-01-30T06:12:00.000-08:002022-01-30T06:12:07.706-08:00Komün Dergi ile Söyleşi (Ömer Burçin Özkişi) <p>Ömer Burçin Özkişi, Barbarları Beklerken’in 11. sayısında Komün Dergi ile Marksizm'in Krizi, Yeni Toplumsal Hareketler ve Seçim Tartışmaları üzerine söyleşti. Okumak için link profilde! </p><p>barbarlaribeklerken@gmail.com</p><p>Söyleşiden bir bölüm: </p><p>“Marksizm’in Krizi”nden söz edenler genellikle sorunların çözümünü -farkında olarak veya olmayarak- Marksizm’in dışına çıkarak yapmaya çalışıyor. Hatta bu söz konusu tartışmaların sonunda Marksizm’in geçersizliği sonuçlarını dahi ilan edilebilmektedir. Elbette tek bir Marksizm yok. Marksizm’e ilişkin çeşitli yorumlar var. Biz Marksizm’i ne salt bir tarih ne salt bir ekonomi ne de salt bir toplumsal teori olarak görüyoruz. Tek bir alana hapsetmek sizi muhtemelen idealizme götürecek ve kuşkusuz onu yetersiz kılacaktır. Marksizm’i gerçekler üzerinden ele alarak yaşamsallaştırmalıyız."</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgI3pbJUvwYSHAACDd2FaCgNWhS3k9rU94-pVZm0DfNbvT1gPxrHtCXZW6ujJ6Cm7zlEOy8RdU8Sf-yUwEQ5qvdysQnv7KZUYmv2N1s9AQOddrH6FATn8ZcdurE5F49qfsxclwUKytjCyVNlorTbXVQ_3V03a7ltdmICpw2H-hnb1_ihGV6UfnVTx_R=s1600" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="900" data-original-width="1600" height="180" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgI3pbJUvwYSHAACDd2FaCgNWhS3k9rU94-pVZm0DfNbvT1gPxrHtCXZW6ujJ6Cm7zlEOy8RdU8Sf-yUwEQ5qvdysQnv7KZUYmv2N1s9AQOddrH6FATn8ZcdurE5F49qfsxclwUKytjCyVNlorTbXVQ_3V03a7ltdmICpw2H-hnb1_ihGV6UfnVTx_R=s320" width="320" /></a></div>Okuma linki: <br /><p><a href="https://yeniolaniyap.blogspot.com/2022/01/barbarlar-beklerken-say-11.html?m=1">https://yeniolaniyap.blogspot.com/2022/01/barbarlar-beklerken-say-11.html?m=1</a><br /></p><p><br /></p><p>#sanat #edebiyat #şiir #barbarlarıbeklerken #dergiler #fanzin #art #komündergi #ömerburçinözkişi</p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-81596414704530041372022-01-29T06:17:00.003-08:002022-01-29T06:17:26.121-08:00Genelge üzerine <p>29 Ocak 2022 tarihinde, iktidarın başı tarafından Resmi Gazete’de yayımlanan Basın ve Yayım Faaliyetleri hakkında Genelge ile birlikte önümüzdeki süreçte faşizmin baskı, sansür ve saldırganlığının vites arttıracağı açıkça ilan edilmiştir. Genelge ile "aile, çocuk ve gençlerin milli ve manevi açıdan medya ve basın-yayım aracılığıyla zihnen ve bedenen saldırılara karşı korunmasının amaçlandığı, ülkenin toplumsal değerlerini yozlaştırmaya çalışanlara devletin izin vermeyeceği" ifade edilmektedir.</p><p>Burada faşist iktidar her zaman yaptığı gibi “kutsal”lık demogojisine sarılmakta, faşizmin kitle tabanını “aile” ve “milli-manevi değerler “ üzerinden genişletmek için hamle yapmakta, esasında ise kendisine “düşman” gördüğü tüm toplumsal kesimlerin yaşam alanını ve iktidara karşı ses çıkarma olanaklarını yok etmeyi amaçlamaktadır.</p><p>Bu genelgenin hedeflerinden biri elbette, topluma faşizmin belirlediği sınırlar dışında bir yaşam hakkı tanımamaktır. Fakat iktidarın en büyük korkusu, toplumun büyük bir kesiminde kendilerine karşı biriken öfkenin günden güne çeşitli biçimlerde açığa çıkmasıdır. Örneğin son dönemlerde sayısız sokak röportajında iktidara kusulan öfke ortadadır.</p><p>Asıl vurgulanması gereken nokta ise, genelgenin başlıca hedefinin, emekçi halkın ve ezilenlerin kabaran öfkesinin sesi olan, faşizme karşı mücadeyi büyütmek için her türlü baskıya göğüs geren devrimci-sosyalist yayınlar başta olmak üzere tüm muhalif yayınların koyu bir sansür ve yasağa maruz bırakılması olduğudur.</p><p>Genelgenin yayımlanma tarihinin, İşçi sınıfının zincirleme grevlerle, sermayenin ve devletin korkularını büyütmeye başladığı bu döneme denk gelmesi tesadüf olmasa gerek.</p><p>Bu genelgeye karşı cevabımız, ezilenlerin ve sömürülenlerin çığlığını büyütmek olacaktır.</p><p>Barbarları Beklerken Sanat Kolektifi</p><p>#genelge #işçisınıfı #grev #barbarlarıbeklerkensanatkolektifi #haberler #gündem</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiZzTUid8EUGbuBRt-9kOZ_LESpu5p-Ce9obLkqqzqkAmlessaqmBJCCX0yaUPaK97o9dFfJ3NEvMYiwz8WlnvRONRvuNl_tw4mLlHFbitsPRBXn6T35xeETM1a8UG-oQO8-LOxBy7oJLCTP7U7Ty3emnIvuUg5ZPSsFSNzOntOixWTCI1-KtY6BtnN=s1077" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1077" data-original-width="720" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiZzTUid8EUGbuBRt-9kOZ_LESpu5p-Ce9obLkqqzqkAmlessaqmBJCCX0yaUPaK97o9dFfJ3NEvMYiwz8WlnvRONRvuNl_tw4mLlHFbitsPRBXn6T35xeETM1a8UG-oQO8-LOxBy7oJLCTP7U7Ty3emnIvuUg5ZPSsFSNzOntOixWTCI1-KtY6BtnN=s320" width="214" /></a></div><br /><p><br /></p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-61088631798700478042022-01-28T03:02:00.001-08:002022-01-28T03:02:21.528-08:00Mustafa Suphi ve 15'ler: "Birer komünist gibi öldü" <p>Bugün 28 Ocak 2022... 101 yıl önce Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı devlet tarafından katledildi. 15'lerin katliamı üstünden atlanacak ya da geçiştirilecek bir konu değildir. Çünkü popülist söylemle normalleştirilen 'derin devlet'in ne olduğunu görmek istiyorsanız Mustafa Suphi cinayetine bakabilirsiniz. Mustafa Suphi Kemalist devlet için ciddi bir tehdit ve Ekim Devrimi'nin yankısıyla beraber güçlü bir alternatifti. Türkiye'de sosyalist mücadelenin adım adım büyüdüğü bir dönemde burjuva Kemal'in kurnaz devlet refleksi Karadeniz sularında Suphi'lerin öldürülmesiyle sonuçlanmıştır. Dönem işçi sınıfının grevlerle hak aradığı bir dönemdir. Demir ağları örenlerin tren raylarında kurşunlandığı bir dönem... Marx'ın o meşhur sözü hiçbir zaman güncelliğini yitirmedi: "tarih, sınıf mücadeleleri tarihidir." Mustafa Suphi ve yoldaşları bu 'tarih ödevi'ni işçi sınıfının yanında yer alarak gerçekleştirdiler. 15'ler "birer komünist gibi öldü" biz de onları birer komünist gibi anıyoruz.</p><p>Barbarları Beklerken Sanat Kolektifi</p><p>#mustafasuphi #onbeşler #barbarlarıbeklerkensanatkolektifi #işçisınıfı</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjPGliOJXXEFtrUnbsTbK5Trc8BHEbH6gSSiXF6WkucE614yKKZrw29-sQP-8onJXQ1r4LmviSwqfmgkFRbHKh2wh9-u3wGSiWlBiYr_hqR9ioryzQGi0iiuvq-DTrQWd3BnOLYNwFIbQgFI_V2RLuKXQn-jNM-Rosij7KMOR5VtL9tGIh_rseWwWA0=s1080" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="756" data-original-width="1080" height="224" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjPGliOJXXEFtrUnbsTbK5Trc8BHEbH6gSSiXF6WkucE614yKKZrw29-sQP-8onJXQ1r4LmviSwqfmgkFRbHKh2wh9-u3wGSiWlBiYr_hqR9ioryzQGi0iiuvq-DTrQWd3BnOLYNwFIbQgFI_V2RLuKXQn-jNM-Rosij7KMOR5VtL9tGIh_rseWwWA0=s320" width="320" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgOAFSK5uAw8vIk7dohJ2v7iy917_iN53VjkUNM11MjiZ0iKujp8GQbWriNbY0MPiPt7V8Gtz5pH3jX6pBIvDRyo781GVaVfNjaRk_LQmJFk40ck4gjzcUnjeGKW5OaxUU6TQyZHYlhYAXiNWsB64eMxCsCpnQHtRcG6Ailits6MSZ4Eq6sls9HoGnq=s624" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="359" data-original-width="624" height="184" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgOAFSK5uAw8vIk7dohJ2v7iy917_iN53VjkUNM11MjiZ0iKujp8GQbWriNbY0MPiPt7V8Gtz5pH3jX6pBIvDRyo781GVaVfNjaRk_LQmJFk40ck4gjzcUnjeGKW5OaxUU6TQyZHYlhYAXiNWsB64eMxCsCpnQHtRcG6Ailits6MSZ4Eq6sls9HoGnq=s320" width="320" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiZzPc-V30qFkQihiO0evmMaKTEaClOLPWiVj6HtqCfe13oh0L8Yuurmz4WVb-ALpWFRx22X-jG6Uo3Yb-4ZiDrNToQG6gQzIWZfGRwPFg8ErJjpHLoyR_Q-AaSIxTl3LPXIoSnghkj1WO9vgTpTm4AeUUv52XUUUjZkxAtnZCsQqv6s8QKnXtqj52T=s1066" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="706" data-original-width="1066" height="212" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiZzPc-V30qFkQihiO0evmMaKTEaClOLPWiVj6HtqCfe13oh0L8Yuurmz4WVb-ALpWFRx22X-jG6Uo3Yb-4ZiDrNToQG6gQzIWZfGRwPFg8ErJjpHLoyR_Q-AaSIxTl3LPXIoSnghkj1WO9vgTpTm4AeUUv52XUUUjZkxAtnZCsQqv6s8QKnXtqj52T=s320" width="320" /></a></div><br /><p><br /></p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-89022630093495592212022-01-26T04:41:00.000-08:002022-01-26T04:41:10.530-08:00 Yol, İşçilerin!<p>Trendyol işçileri 3 gündür ülkenin dört bir yanında fiili grevdeydi. Trendyol şirketinin, kurye işçileriyle alay edercesine yaptığı %11 ücret zammı teklifine işçilerin cevabı fiili grev oldu. Bu şirketin işçilerin emeği sayesinde %600 büyüdüğü dönemde, işçilere dayattığı ücret zammı aslında sermaye sınıfının nasıl bir kan emici olduğunu bir kez daha ortaya koydu.</p><p>Farplas işçileri de şu an direnişteler. Benzer şekilde kendilerine dayatılan sefalet zamlarını kabul etmeyen işçilere, Farplas işten atma saldırısıyla karşılık verdi. Bu saldırının bir sebebi de işçilerin sendikal örgütlenme mücadelesidir. Farplas işçileri sınıf dayanışmasını yükselterek direnişlerini sürdürüyor ve atılan işçi arkadaşlarıyla omuz omuza mücadele ediyor.</p><p>Sermaye diktatörlüğü işçi sınıfına topyekûn köleliği dayatırken özellikle son dönemde işçi sınıfı da birçok fabrika ve işyerinde grevlerle direnişi büyütüyor. Ücretli kölelik düzenine başkaldıran işçi sınıfı yürünecek yolu gösteriyor. Kar kış demeden mücadelesini büyüten işçi sınıfı, bunun sonucu olarak sermaye düzeninin korkularını da büyütüyor.</p><p>“Sınıfa karşı Sınıf” şiarıyla militanca mücadele eden Trendyol işçilerinin mücadelesi zaferle sonuçlanmıştır. Farplas işçilerinin de zafere doğru yürüdüğüne eminiz. Trendyol ve Farplas işçilerinin şahsında tüm işçi sınıfını selamlıyoruz. Yolunuz yolumuzdur.</p><p>Barbarları Beklerken Sanat Kolektifi</p><p>#trendyolişcileri #umutsen #direniş #grev #barbarlarıbeklerkensanatkolektifi #işçisınıfı #trendyolşubetemsilcileri #HaklarıVerTrendyol</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjURNh2eJOtCP5PrqNo_zhWzKLqD6eCeFIMAWrxkNTfAMf76ICGP84g7y5Ag8stbT3LNqSM3E4P0XETMtSzP0IUmxlTBX4_H6PEESoXjI67suHeyGeZjVvjBQfWi1saD0SLtp0CBsWdgzjeh89-xIDdB0--CwI_ZlH4Gyq1ni3MdFxLrjzzZDNLay4f=s1193" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1193" data-original-width="843" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjURNh2eJOtCP5PrqNo_zhWzKLqD6eCeFIMAWrxkNTfAMf76ICGP84g7y5Ag8stbT3LNqSM3E4P0XETMtSzP0IUmxlTBX4_H6PEESoXjI67suHeyGeZjVvjBQfWi1saD0SLtp0CBsWdgzjeh89-xIDdB0--CwI_ZlH4Gyq1ni3MdFxLrjzzZDNLay4f=s320" width="226" /></a></div><br /><p><br /></p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-65792959655530005392022-01-25T03:16:00.002-08:002022-01-25T03:16:41.819-08:00Sezen Aksu Tartışmaları Üzerine<p>Sezen Aksu’nun 5 yıl önce yazdığı şarkı sözleri üzerinden iktidarın beslemeleri tarafından başlatılan “kutsalımıza hakaret” saçmalığı Erdoğan tarafından “dillerini koparırız” tehdidiyle başka bir düzleme yükseldi.</p><p>Meselenin Aksu olmadığı açıktır. Faşist iktidarın gündem değiştirmek için bunu yaptığı söylemi ise durumun ciddiyetini hafife almaktır. Faşizmin genel karakteristiklerinden biri “kutsallık” mitleri üzerinden toplumu iktidarına yedekleme ve “düşman”larına karşı mobilize etme gücüdür. ”Düşman” tanımı ise giderek genişlemektedir ve iktidara koşulsuz biat edenler dışında herkes hedeftedir. Bu sebeple Sezen Aksu üzerinden toplumsal muhalefetin kriminalize edilme çabasını boşa düşürmek için herkesin kendi meşrebince tepki göstermesi normal ve anlamlıdır. Buraya kadar bir sorunumuz yok.</p><p>Fakat mesele “Sezen Aksu Türkiye’dir” söyleminden tutun da Aksu’yu muhalif bir kahraman imajıyla taçlandırma noktasına geldi. Açıkça şunu belirtmek durumundayız. Sezen Aksu’yu faşizmin saldırısına karşı savunmak durumunda olmamız, Aksu’nun 12 Eylül faşizmini sevinçle selamladığını ya da 2010 referandumunda “yetmez ama evet” diyerek iktidarın faşizme giden yolunu açmasında sorumluluğu olduğu gerçeğini bize unutturamaz! Erdal Eren için yazılan bir şarkıyı seslendirmesine bakıp Aksu’dan muhalif sanatçı çıkaranlar Erdal’ın katillerini selamlayanın da Aksu olduğunu unutturamazlar! İşçileri ve yoksul halkı sırf Akp’ye oy verdikleri için tüm bu sürecin asıl sorumluları olarak görenler, aynı emekçi halk Akp’ye karşı tepki göstermeye başladığı anda halka “Akp’ye oy verirken iyiydi” diyen kibirli “entelektüel”ler kalkıp Aksu’nun çok daha büyük “sorumlulukları” hatırlatıldığında bir zahmet bize ahkam kesmesinler!</p><p>Aksu’nun şiirinin 77 dile çevrilmesine haddinden fazla değer biçenlere, “direnişçi aydın geleneğimiz”in temsilcisi imajıyla kendine “gösteri”de yer kapmaya çalışanlara hatırlatmakta yarar var: Ruhi Su, Yılmaz Güney, Nâzım Hikmet ve birçok sanatçının, faşizme karşı direnişi her alanda büyüttüğü bu topraklarda Aksu’dan muhalif sanatçı çıkaramazsınız. Keza; Aziz Nesin, Yalçın Küçük ve birçok aydının 12 Eylül karanlığında Aydınlar Dilekçesi’ne imzacı olduğu, Barış Akademisyenleri’nin her türlü bedeli ödeyerek Kürt halkının yanında durduğu ve daha birçok örneğini tarihte bulabileceğimiz “direnişçi aydın geleneğimiz” içerisinde tarih size yer açar mı? Sanmıyoruz.</p><p>Sezen Aksu söz konusu olduğunda ortak bir bildiri hazırlayıp imza atan sanatçı ve entelektüeller başta olmak üzere günlerdir tek gündemi Aksu olanlara sormak istiyoruz: "Sezen Aksu asla yalnız yürümeyecek ve bizler bir kişi dahi eksilmeyeceğiz" diyebiliyorsunuz, itirazımız yok fakat Grup Yorum üyeleri Helin Bölek ve İbrahim Gökçek konserleri yasaklandığı, üyeleri sürekli gözaltına alındığı vb. taleplerle ölüm orucuna başladığında, günden güne ölüme yaklaştıklarında, şu dayanışmanın onda birini göstermeye cesaretiniz olsaydı “iki kişi daha” eksilmeyecektik belki de, haksız mıyız?</p><p>Faşizme karşı ezilenlerin ve sömürülenlerin çığlığı olmayı sürdüren entelektüelleri tenzih ediyoruz. Sözümüzün muhatapları bellidir:</p><p>“Bu ülkenin entelektüel damarlarında bok akıyor!”</p><p><b>Barbarları Beklerken Sanat Kolektifi</b></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjUIDYLFDT4yTE_FzEfRCWPxohBC67hfjPzQyy6CxvdhCS74YKAMqv3-UelEgBivpMyjrsKoYwdwIn-HrfBborRLbHRLak92_zCGndgX9MGYviCgdWdYn_TGW2C5nBayTF2_psbl0s_LFsypBIDaCElIUN7ilEbV8Sxw7sCn6zLt0JqyEs5U-udD3BB=s1080" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="856" data-original-width="1080" height="254" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjUIDYLFDT4yTE_FzEfRCWPxohBC67hfjPzQyy6CxvdhCS74YKAMqv3-UelEgBivpMyjrsKoYwdwIn-HrfBborRLbHRLak92_zCGndgX9MGYviCgdWdYn_TGW2C5nBayTF2_psbl0s_LFsypBIDaCElIUN7ilEbV8Sxw7sCn6zLt0JqyEs5U-udD3BB=s320" width="320" /></a></div><br /><b><br /></b><p></p><p><br /></p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-56263124395378952212022-01-19T08:52:00.007-08:002022-01-24T10:12:07.156-08:00Barbarları Beklerken, Sayı: 11 <div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEi5ST3O8aQUdqgTCIcmIWavx67zo76PHQRrmbbFGS3ouMe_dkg0HCTC4gy8JCgWOEdJ06h3PvJ0fmNqKKNTc4m0XPFX5IdQ0bWpWha91XCmZkRdIjThngTB0d1jeB_nPI2Efu_rWZR3C9abKDW4ESbuq8B63sdBFNFFYq8vZF5WIcCaEbji2m3XWfte=s1272" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1272" data-original-width="975" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEi5ST3O8aQUdqgTCIcmIWavx67zo76PHQRrmbbFGS3ouMe_dkg0HCTC4gy8JCgWOEdJ06h3PvJ0fmNqKKNTc4m0XPFX5IdQ0bWpWha91XCmZkRdIjThngTB0d1jeB_nPI2Efu_rWZR3C9abKDW4ESbuq8B63sdBFNFFYq8vZF5WIcCaEbji2m3XWfte=s320" width="245" /></a></div><br /><p><b>Sanat Öldü! Yaşasın Sanat!</b></p><p>Bugün kaybımız yeni bir şey söylemek mi yoksa yeniyi anlamlı bir şekilde söylemek mi? Biz ikincisinden taraf oluyoruz. Çünkü anladık ki Türkiye'de her şey vitrin taraftarları tarafından belirleniyor. A'nın metni yeni bir kanonun en yeni müeffili olarak yayınlanıyor. B ona yakın durduğu için alkışlanıyor. Edebiyat'a saygı gösterileri düzenleniyor. Fakat isimler bu saygının hangi anlamını taşıyor tartışılır. </p><p>Türkiye her sabah yeni bir kanonlaşmaya uyanıyor. Bu kanonlaşmayı en özet haliyle isimler kanonu olarak anabiliriz. Enis Batur'un yahut Ataol Behramoğlu'nun çalıp da giremeyeceği kapı, yayınevi, dergi, etkinlik yoktur Türkiye'de. Birbirimizi kandırmayalım. Biz mimikler ve jestlere bırakamayacak kadar eleştirinin hayati bir set çekme gücüne sahip olduğunu biliyoruz. Kanon, yan yana gelmezlerin yan yana geldiği andır. Ondan sonra dergi çıkarsak ne, iyi şiir yazsak yayınlasak ne!</p><p>Kanon haliyle kendi kendine oluşmuyor. Davet var ve davete icabet uzak yerden değil. Türkiye retorik sahasındayız! Retorik, söylemi yanına çağırıyor. Son hamle imajla taçlandırılıyor. Tersden gidenin her zaman doğru yola çıkacağını kim söylemiş? İşte o yolda beş benzemezi 'sanat namına' yan yana getirenler Türkçe şiire ihanet etmektedir. </p><p>Beklerken unutmayacağız!</p><p>***</p><p>Barbarları Beklerken 11. sayısıyla yeni bir döneme giriş yapmış bulunmaktadır. Artık edebiyatın hayata döndüğü an'ı arzuluyoruz. Artık hayatın politikasını sanatla birleştirdiğimiz an'a yaklaşıyoruz. Bu an'ı yakınlaştıran dostlarımıza teşekkür ederiz. Bir şeyler yaşamıyordu biz de öldürmeye karar verdik. </p><p>Sanat öldü! Yaşasın Sanat! </p><p>Okuma linki: <a href="https://drive.google.com/file/d/1URpsJZw2d_5HoQZSFMHL6Y3lVJ6nTFxH/view">https://drive.google.com/file/d/1URpsJZw2d_5HoQZSFMHL6Y3lVJ6nTFxH/view</a></p><p><b>Bu sayıya katkı sunan isimler:</b></p><p>Ömer Burçin Özkişi</p><p>Özgür Balaban </p><p>Alihan Çetiner </p><p>Dolunay Aker </p><p>Erman Akçay </p><p>Cemal Akyüz </p><p>Hakan Kaya </p><p>Tamer Gülbek</p><p>Öztekin Düzgün </p><p>Onur Tuna Bozbey </p><p>Umut Yalım </p><p>İsa Balcı </p><p>Komün Dergi </p><p>Zeynep Sönmez </p><p>Emre Albayrak </p><p>M. İnan Filiz </p><p>Orçun Güzer </p><p>Özgür Soylu </p><p>Doğan Korkmaz </p><p>Hüseyin Korkmaz </p><p>Sultan Gülsün </p><p>Hüseyin Gökçe </p><p>Sercan Apaydın</p><p>Erkan Tuncay </p><p><b><br /></b></p><p><b>Yayıma Hazırlayan: </b>Dolunay Aker </p><p><b>Yayım ekibi:</b> Ferit Sürmeli, Dilay Kababıyık, Dolunay Aker, Ömer Burçin Özkişi, Hakan Kaya </p><p><b>Kapak Tasarım: </b>Hakan Kaya</p><p><b>İletişim: barbarlaribeklerken@gmail.com</b></p><p><br /></p><p><b><br /></b></p><p><br /></p>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-5260231923456465845.post-2992798978395878842021-12-31T03:45:00.003-08:002021-12-31T03:50:03.669-08:00Korkulacak-Dolunay Aker<p>bir iki üç </p><p>aksıyor dumanlı hava sahasında buluşlar</p><p><br /></p><p>şair bir iki üç </p><p>durağın nerede olduğunu biliyor musun? </p><p><br /></p><p>Ama sana bunu bir twitle hatırlatmalıydım</p><p>belki sessiz bir ok göndermeliydim eros filan neron filan coğrafya filan </p><p>sana korkulacak bir şeyler göndermeliydim </p><p>Hemen eline ulaşacak bir kargo paketi </p><p>telefon numarasına ne dersin? </p><p>anonim bir halk cezbedici olabilirdi </p><p>tarif defterleri yahut geçici rehberler </p><p>hiç hoşuna gitmeyecek bir abonelik sistemi </p><p>ormanda kaybolan geyiklerin...</p><p><br /></p><p>bir iki üç </p><p>en son ne olmuştu? </p><p>ben de hatırlamıyorum</p><p>bir an başka bir anı yutmuştu</p><p><br /></p><p>eski </p><p><br /></p><p>eskiden olan bir şey bundan çok korkmuştu </p><p><br /></p><p>birkaç gün yetecek </p><p>birkaç gün error</p><p>birkaç gün borç batağı </p><p>birkaç gün faturamı ödeyemedim </p><p>birkaç gün öğrenci olmak </p><p>birkaç gün tuğba ekinci </p><p>birkaç gün şiir ve özveri arasındaki denge </p><p>birkaç gün korkulacak </p><p>birkaç gün korkulacak </p><p>birkaç gün korkulacak </p><p><br /></p><p>birkaç gün bir iki üç </p><p>üst üste ve yan yana dizilmiş tencereler birkaç gün </p><p>korkunun kapladığı yer kadar KORKULACAK</p><p><br /></p><p>bir kaç gün </p><div class="mail-message expanded" id="m#msg-f:1679531892476867115"><div class="mail-message-content collapsible zoom-normal mail-show-images" style="margin: 16px 0px; overflow-wrap: break-word; user-select: auto; width: 380.19px;"><div class="clear"><div class="signature-text"><p style="color: #454545; font-family: ".SF UI Text"; font-size: 17px; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px; min-height: 20.3px;"><span style="font-family: ".SFUIText"; font-size: 17pt;"></span><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiq1Z_yjQjGMbCLA739ZLByQywYxc7t6A0LsgbP2QB0Ih0Ld5wI3eWABOVU6uG08W7ewTFSO6IYm9-LnjdDybapeLPYK4rUJl5i3ecejTwY1dapDUSOouPAwP97M_zzVuRqsQVMTozxIEwo7LmsrJEuQYKcj5tDz7QtDz-Odqjo0W508j3qD4M6Vra0=s1080" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="719" data-original-width="1080" height="213" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiq1Z_yjQjGMbCLA739ZLByQywYxc7t6A0LsgbP2QB0Ih0Ld5wI3eWABOVU6uG08W7ewTFSO6IYm9-LnjdDybapeLPYK4rUJl5i3ecejTwY1dapDUSOouPAwP97M_zzVuRqsQVMTozxIEwo7LmsrJEuQYKcj5tDz7QtDz-Odqjo0W508j3qD4M6Vra0=s320" width="320" /></a></div><br /><p style="font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px;"><br /></p><p style="color: #454545; font-family: ".SF UI Text"; font-size: 17px; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px; min-height: 20.3px;"><span style="font-family: ".SFUIText"; font-size: 17pt;"></span><br /></p><p style="color: #454545; font-family: ".SF UI Text"; font-size: 17px; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px; min-height: 20.3px;"><span style="font-family: ".SFUIText"; font-size: 17pt;"></span><br /></p><p style="color: #454545; font-family: ".SF UI Text"; font-size: 17px; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px; min-height: 20.3px;"><span style="font-family: ".SFUIText"; font-size: 17pt;"></span><br /></p><p style="color: #454545; font-family: ".SF UI Text"; font-size: 17px; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px; min-height: 20.3px;"><span style="font-family: ".SFUIText"; font-size: 17pt;"></span><br /></p><p style="color: #454545; font-family: ".SF UI Text"; font-size: 17px; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px; min-height: 20.3px;"><span style="font-family: ".SFUIText"; font-size: 17pt;"></span><br /></p><p style="color: #454545; font-family: ".SF UI Text"; font-size: 17px; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px; min-height: 20.3px;"><span style="font-family: ".SFUIText"; font-size: 17pt;"></span><br /></p><p style="color: #454545; font-family: ".SF UI Text"; font-size: 17px; font-stretch: normal; line-height: normal; margin: 0px; min-height: 20.3px;"><span style="font-family: ".SFUIText"; font-size: 17pt;"></span><br /></p></div></div></div><div class="mail-message-footer spacer collapsible" style="font-family: sans-serif; font-size: 12.8px; height: 0px;"></div></div>dolunayakerhttp://www.blogger.com/profile/08675276689383547171noreply@blogger.com0