Denemenin Sınırları Üzerine Armağan Ekici İle Söyleşi


"her kural ihlal edilebilir, her biçim bozulabilir, başka biçimlerle içiçe geçirilebilir; yeter ki yapılanın sahici bir meramı, amacı olsun."


Dolunay Aker: Deneme katmanlı bir tür. Başkasına bakanın kurduğu dil içerisinden edebiyattan felsefeye felsefeden psikolojiye oradan politikaya sıçrıyor. Ama türe sadık kalarak. Sizin bu tür sıçrayışlar hakkındaki düşünceleriniz neler? 

Armağan Ekici: Bu sıçramaları özellikle seven bir mizaç var bence. Ankara’da Kızılay’da bugün sokağa çıktığımızda yalnızca gündelik işimizle, kendimizle ilgili şeyleri (aradığımız dükkânı, kalabalığı, bineceğimiz otobüsü, o sokakların hatırlattığı anılarımızı) görmekle yetinebiliriz. “Denemeci” mizaç, işte bununla yetinmeyen, etraftaki binaların mimarisi nasıl, binaların ve mekânın geçmişi bize neler diyor, kendi ömrümüzde gördüğümüz değişimler nelerdi, bizden öncesi nasıldı, bunların arasındaki bağlantılar nelerdi gibi soruları sormayı seven bir mizaç; bunu yapınca, gündelik bir iş için Kızılay’a inmişken, bir anda, Ankara Sanat Tiyatrosu’nun geçmişine ve bugününe, 30’ların ve 40’ların Alman ve İtalyan mimarisine, pembe andezit taşının Hititlerden bugüne kullanımına, Sevgi Soysal’a, Oğuz Atay’a, Nazım Hikmet’e, Bruno Taut’un Japonya macerasına... sayısız kapı açılıveriyor. Bu kapılardan bazılarından girince Türkiye’de döner kebabın tarihine, bazılarından Türkiye’de çağdaş müziğin tarihine varabiliyorsunuz. İşte bu türden denemeciler (Alberto Manguel, Cees Nooteboom, Enis Batur...) işte böyle bağlantıları, görünenin ardındaki görünmeyenleri, silinmiş olanları, hayaletleri farketmeyi, bunlar arasındaki bağlantılar kurmayı, bu bağlantıları yazmayı seviyorlar. 

Bu açıdan, Ali Teoman’ın “Göçmüş Bir Yazar İçin On İki Mum ve Bir İkona” denemesi bence ders çalışır gibi çalışılabilecek bir yazı. Konusunu seçtikten sonra konunun unsurları arasında kurduğu çağrışım bağlarını, bunlar yazının iskeleti olarak kullanmasını, neleri açıkça, neleri imayla söylediğini, neleri okurun farketmesini beklediğini görmek çok ilginç.

Bu tür çağrışım-bağlantı-sıçrama temelli denemeler dışında, tartışmalı, değişik boyutlarıyla ele alınması gereken konulardaki görüşleri sunmak için de denemenin çok uygun bir tür olduğunu düşünüyorum; çünkü deneme, karşı görüşe, yanılma payına, şüpheye, bilmemeye de el veren bir yazı türü. Cevdet Kudret’in yeni kelimelerin türetilmesi hakkındaki yazıları bunun çok iyi örnekleri arasında.

D. A: Deneme şiirle aynı kaderi paylaşıyor sanki. Okuru az. Meta metin olma özelliği sınırlı. Şiirden görece elbette okuru fazla fakat bu okur yine her şeyden oraya gelmemiş, özellikle tercih ederek denemeyi seçmiş gibi. Denemenin belirginleşmiş sınırları var mıdır? 

A. E: Bence, hele şu zamanda, hiçbir formun belirginleşmiş, kesin bir sınırı yok, her kural ihlal edilebilir, her biçim bozulabilir, başka biçimlerle içiçe geçirilebilir; yeter ki yapılanın sahici bir meramı, amacı olsun. 

D. A: Her yerde yazmıyor ve özel konular seçiyorsunuz. Dikkatli bir okur sizin yazı tercihlerinizden sıkı bir kütüphane oluşturabilir. Metin, yazı, kütüphane oluşturma üçgeni siz de ne ifade ediyor? 

A. E: Yine mizaç meselesine döneceğim. Hayatını kitaplar, kütüphaneler etrafında kuran, kendi benliğini tanımlarken bunu belki de herşeyden önce kütüphaneyle yapan, herhangi bir şehirde salıverildiği zaman gidip ikinci el ya da yeni kitapçıları bulup saatlerce kitaplara bakan bir insan türü var. Bu mizacı tamamen övecek değilim, insana saçma şeyler de yaptırabilen (en basitinden: hiçbir zaman okuyamayacağı kadar çok kitap biriktirtebilen) tarafları da var bunun, ama böyleyiz işte. Evimiz kitapların içinde, kitapların dünyasıyla kitap-dışı dünya arasında bir denge kurarak yaşayıp gitmeye çalışıyoruz.

D. A: Modernist ekolün zor yazarlarına karşın sizin onlar (James Joyce, Samuel Beckett, Georges Perec) hakkında yazdığınız denemeler bir o kadar içerden konuşuyor. İçeriden konuşan dil, bugünü, bugünün zor dünyasını nasıl algılıyor? Deneme gündelik yaşamın içinde kendine bir imkân yaratabilir mi?

A. E: Yaratır, yaratmalıdır (ayrıca, deneme, zaten, Montaigne’den Barthes’a ve sonrasına dek gündelik yaşamı da konu eder).  Gündelik hayatın Joyce, Perec ve hatta Beckett için bile çok önemli olduğunu da not etmek gerek.  Belki şuna dikkat etmemiz gerekiyor: İlk başta söz ettiğim bugüne bakıp geçmişi de görmenin bir tehlikesi var, geçmişe kapılıp gidebilir, bugüne bakmayı bırakabiliriz. Kitap sevgisinde de benzer bir tehlike var, geçmişte yazılmış onca başyapıtın cazibesi bizi bugüne bakmaktan alıkoyabilir. Belki, benim gibi, bu tehlikelere açık olanların, dünyanın bunca hızla değişmekte olduğu bir dönemde gündelik yaşama, bugün olup bitene daha çok bakmak için de çaba göstermesi gerekiyor.

D. A: Dilin ve deneyim alanının potansiyeli sizce yeteri kadar deşiliyor mu? Sözü Oulipo’ya getireceğim. Dilin potansiyeli hangi müdahalelerle ortaya çıkar? 

A. E: Sınırlama altında yazının yaratıcılığı ateşleyebildiğini, dil oyunlarına karşılık aramanın hem kendimiz için, hem dil için yeni olanaklar açtığını daha önce epey tekrarladım. Bir tek şunu eklemek isterim: Bizden önce yazılmış çok metin var, bunların bazıları çok güzel, bunların bazıları dili çok iyi kullanıyor. Bunları okudukça, dilin bugün unutmaya başladığımız yönlerini öğrenebiliriz; veya, şu ya da bu nedenle (çoğu zaman mekanik nedenlerle) “yanlış” ilan edip dilden atmaya kalktığımız ifadelerin aslında onyıllardır, yüzyıllardır kullanıldıklarını, dilin parçası olduklarını görerek onlara sahip çıkabiliriz; dilin fakirleşmesine böyle de karşı koyabilir, potansiyelini bu yolla da ortaya çıkarabiliriz. 

D. A: Öznenin kendini kazdığı yerde çıkıyor umut. Sizin son deneme kitabınız da kendi enkazına bakan umudu sorguluyor. Yıkımın, endişenin, varolma kaygısının olduğu anlarda denemenin sunacağı umut nedir? 

A. E: Şişedeki mektup olma umudu bence en önemlisi. Nasıl bizden önce yaşamış olanların benzer sarsıntılarla karşılaştıklarında yazdıkları, düşündükleri bugün içimizi ısıtıyor, yalnızlığımızı azaltıyorsa, nasıl onların işaret ettikleri bizim merakımızı uyandırıyor, bizi okumaya, öğrenmeye, derinleşmeye kışkırtıyorsa, biz de bizden sonrakilere aynı hisleri yaşatma umuduyla bunları yapıyoruz. Bu işin toplumsal tarafı. Bir de, tabii, bireysel olarak, hepimizin kesin olarak bildiği tek şeyin sonunda elden ayaktan düşüp öleceğimiz olması var. Zaten hayatta ne yapıyorsak bu bilgiyle, bunun sayesinde / buna rağmen yapmamız gerekiyor.

D. A: Deneme derken türün deneyselliğe kıvrıldığı noktalar sizi hangi yeni çalışmalara yönlendiriyor? Deneme ve deneysellik ilişkisi, Türkiye’de deneysel çalışmaların azlığı, belirli bir kitleye hitap etmesi... Deneysel edebiyatın geleceği parlak mı sizce?

A. E: Deneysel edebiyatın hitap ettiği kitlenin toplumdaki payının giderek azalacağını, ama yapılan işlerin bazılarının (inatla bu işlerle uğraşan meraklıların sahiden derin meraklılar olacakları, ve hem geçmişten, hem teknolojiden yararlanacakları için) giderek daha ilginç, parlak hale geleceğini düşünüyorum.





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Frantz Fanon ile Kalkınmayı Sömürgesizleştirmek (Benjamin Selwyn)

Çaresizce Susan'ı Aramak (Terry Castle)

Alexander Dugin'in Kozmik Savaşı (Matt Mcmanus)*